Kırklareli gibi göç alan yerler, toplumsal değişimlere de açık oluyor. Avrupa toplumu, farklı dönemlerde bireysel veya kitlesel olarak gelen göçmenlerle birlikte ele alınması gereken bir yapıya sahiptir. Dünyada büyük ölçüde kuzey ve batı yönünde ilerleyen göç hareketlerinin yönü, refah devletleri denilince ilk akla gelen Avrupa ülkelerine doğru olmaktadır. Tarih boyunca savaşlar, sömürgecilik ve küresel ticari ilişkiler nedeniyle her zaman göç hareketlerinin yoğun yaşandığı bir coğrafya olan Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ayrı bir önem kazanmıştır. Kuzey Amerika’dan sonra, bireysel ve kitlesel göçlerin odağındaki Avrupa, bünyesinde çok farklı etnik, dini ve kültürel unsuru barındıran çok kültürlü bir yapıya kavuşmuştur.

Avrupa kıtasındaki göçmenlerin oranı, Afrika’dan yaklaşık 10 kat daha fazladır. Avrupa’da göçmenlerin oranı yüzde 10’un üzerindeyken, Afrika’da yüzde 1,5 civarındadır. Avrupa’da misafir işçilerin kalıcı olduklarının anlaşılmasıyla, 1980’lerden itibaren yabancıların uyum sağlaması, etnik kökenleri, toplumsal sorunları, yaşam biçimleri artık Avrupa devletlerinin çözüm üretmek istediği meseleler haline gelmiştir. O tarihlere kadar “ülkelerine geri döneceklerini” düşünülen ve ağırlıklı olarak erkek işçilerden oluşan göçmenlerin, Avrupa toplumunda kendi kültürel değerleriyle var olmak gibi bir iddiaları olmamıştı. Ancak, aile birleşimleri ile sosyal göçün başlaması ve yeni nesillerin “yabancı bir toplum” içinde yetişmeye başlamasıyla göçmenler, artık “kendi kültürel değerleri ile Avrupa toplumları içinde” bulunmayı talep etmeye başlamıştır.

Çok kültürlülük diye kavramsallaştırılan bu talep farklı etnik kökene, dine, dile ve ırka bağlı kültürlerin kimliklerini taşıyan insanların birlikte yaşamasını, farklı kültürlerin biraradalığını öngörmektedir. Çok kültürlülük veya “kültürlerarası karşılama” ulus devletinin etnik gruplara yönelik bir kimlik siyaseti olarak değerlendirilebilir. Etnik siyasetler, hakim siyasetlerin otoritesi dışında gelişme gösteremezler. Hakim siyaset, bir ülkedeki resmi dili, takvimi, tatil günlerini belirler, bunlar dışındaki etnik dil ve önemli günler ancak gayri resmi bir şekilde işlenebilir. Sözen’e göre etnik grupların gündelik hayatta karşılığını bulmayan ideolojilerinin başarılı olma şansı yoktur. Hakim kültür, gerçekten “kültürlerarası karşılama” siyaseti güdüyorsa, etnik kültürlerin gündelik hayata ilişkin unsurlarını eğitimle ve kitle iletişim araçlarıyla aktarılmasını üstlenmelidir. Aksi takdirde göçmenlerin kültürel değerlerinin ev sahibi kültür içinde erimesi kaçınılmazdır.

Göçün yönü ister gelişmiş, ister gelişmekte olan, isterse az gelişmiş ülkeler doğru olsun, orijin kültürden kopuş aidiyet duygusunu zedelemekte, ilk kuşaklarda “ne orada, ne burada” olamama halini doğurmaktadır. Bunun bir başka boyutu ise geçmiş ile gelecek arasında kopan bağdır. Orijin kültürden farklı bir çevredeki kültürleşme süreci, kültürün duygu, davranış, zihniyet, değer yargıları, dil, din ve diğer tüm örüntüleri ile donanmış birey için engel ve güçlüklerle doludur.

Göç veren ve göç alan ülkeler arasındaki kültürel farklılık kültürleşme sürecini belirleyen temel unsurlardan biridir. Sosyal olarak kabul gören kültürel davranışların yerine, yeni bir toplumda yeni kabul görür davranışlar geliştirmek, yeniden öğrenmek, yerleşim, yeni kültür hakkında bilgi edinmek, göç veren ülke ile göç alan ülke arasındaki kültürel farklılık daha az ise, daha kolay olacaktır. İki kültür arasındaki farklılık büyükse, birey kültürleşmek için yeni stratejiler geliştirmek durumunda kalmaktadır. Yakınları ve akrabalarının bulunduğu yerlere göçen, bu tür bir sosyal desteği olan gruplarda kültürleşme stresi daha az yaşanmaktadır.

Hem iç, hem de dış göçler, göçmenlerin hayatlarında önemli sosyal ve psikolojik değişimleri ve sorunları da beraberinde getirmektedir. Göçmenin memleketinden ayrılırken yanına aldığı bavulunda üç beş parça kişisel eşyadan ziyade, bütün hayat tecrübeleri, yaşam biçimleri ve hayalleri saklıdır. Göç sadece coğrafi bir değişiklik değil; göçmenlerin bütün hayatını kuşatan, mekânsal ve insanî ilişkileri yeniden düzenleyen, (göç kültürünün yeniden üretilmesiyle) kuşaklar boyunca etkisini hissettiren bir süreçtir. Göçmen olmak, başkaca bir nedene ihtiyaç olmadan yabancılık, yalnızlık ve melankolik duygulara neden olabilmektedir. Zorunlu veya gönüllü olsun, insanların doğup büyüdükleri yerlerden ayrılmaları, hayatlarının geri kalanında hep içlerinde hissedecekleri, hatta gelecek nesillere de taşınacak, bir gurbet duygusunu doğurmaktadır.

Gurbet duygusu doğrudan ayrılmak ile ilişkilidir. Aidiyet hissettiği mekândan/vatandan ayrılmanın vermiş olduğu acı, memleket hasreti, sıla özlemi, göçmenlerin hep kendilerini yabancı ve eksik hissetmelerine sebebiyet vermektedir. Maddi kültür öğeleri çok kolay ve hızlı biçimde değişebilirken, manevi kültürel öğelerin değişimi ise kuşaklar boyu sürebilmektedir. Göçmen sadece 24 saat içinde dünyanın bir başka köşesine gidebilirken, yaşam biçimi, dünya görüşü, sahip olduğu kültürel değerler on yıllar geçse de kolay kolay değişmeyebilir. Ulus aşırı bir göç yaşanmışsa ve göç edilen ülkenin dili, dini, gelenekleri, kısacası maddi ve manevi değerleri, göç öncesinden çok farklı ise göçmenler daha muhafazakâr davranarak, eski kültürel değerlerini korumak için daha fazla çaba sarf etmektedir.