Kırklareli’de yapısal süreklilik hakkında düşününce dinsel olguyla alakalı olduğu çok net anlaşılıyor. Burada takip edilecek soru şudur: Modern Cumhuriyet’in dinsel aygıtlarından söz edilebilir mi? Acaba devlet, gündelik yaşamı örgütlerken dinin meşruiyetine başvurma gereği duymuş mudur? Soruyu daha da derinleştirmek gerekirse acaba laik politiğe ve seküler dünya tasarımına bağlı kalarak kendini inşa eden modernleşmeci Türk demokrasisi, bu bağlamın gereği olarak din ile ilişkisini gözden geçirme, ondan kopma ya da onunla var olan mesafesini yeniden ayarlama konusunda bir karara varmış mıdır?
Eğer bütün bu soruları harekete geçirerek, Cumhuriyet’in topyekûn tarihine yayılacak bir sonuç çıkarmak gerekirse, laik Cumhuriyet’in dinsellik vurgusu, hangi araç ve aygıtları, sürekli olarak devrede tutmayı gerekli görmüştür? Türk demokrasisinin tek partili dönemine odaklanıldığında bu soruları kesin bir açıklık içinde cevaplamak mümkündür. Çünkü söz gelimi dönemin oldukça somut ve kalıcı izler bırakan politikalarından hareket edildiğinde, Kemalizm’in erken dönem uygulamalarının din ile kendi arasına ciddi bir sınır koyma konusunda oldukça ısrarlı olduğu görülür. Gerçi zaman zaman bu kararlılığa uymayan kimi örnekler de yok değildir ancak yine de Cumhuriyet’in kuruluş dinamizmi, din konusunda hiç de muğlaklığa prim vermeyen sahici bir programı tercihte karar kılmıştır.
Bu çerçevede tek parti döneminde din, ciddi entelektüel bir tartışmadan beslenmeyen, aksine politik-pragmatik eğilimlerin kontrolünde gelişen bir duyarlılıkla dışarıda bırakılmıştır. Gündelik hayat başta olmak üzere, Cumhuriyet Türkiyesinde siyasal yönelimlerin eksenini dönüştüren ana güzergâhlar, tek partili siyasal hayat deneyiminin açığa çıkardığı tıkanıklıklarla ortaya çıkmaya başlamıştır. Hiç kuşkusuz Türk Batılılaşması Cumhuriyetle birlikte başlamaz ancak onunla başlayan Batılılaşmanın araçsallıktan amaçsallığa dönüşmüş niteliğidir. Bu bağlamda Türkiye’de esaslı bir farklılaşmanın Cumhuriyet’in radikal politikalarıyla başladığında tereddüde mahal yoktur. Bu nedenle din konusundaki kalıcı ve istikrar vaat etmesi umulan adımların asıl enerjisini Cumhuriyet’in erken dönem politikalarında ve bunun günümüze kadar ulaşan dinamizminde aramak gerekir.
Dinin her zaman bir tür problematik olarak ele alınmaya uygun bir şekilde güncellenen gerçekliği, modern Türkiye’de belli başlı siyaset erki tarafından, onun, kendine özgü bir şekilde ortaya çıkmasını kabullenmeyen, onu politik söylemlerle sürekli temas içinde tanımlayan bir değerlendirme tarzının yaygınlaşmasına yol açmıştır. Cumhuriyet’in kurucu önderlerinin düşüncelerine yön veren problem, bugün Cumhuriyet’in behemehâl korunması için seferber olan Kemalist seçkinci grupta da aynı duyarlılık içinde işlemektedir. Gerçekten de modern Cumhuriyet’in bir silsile içinde değerlendirilebilecek politik önderlerinin hepsinin din konusunda genellikle aynı paydada buluşacak bir terminolojiye ve hassasiyete sahip oldukları görülür:
Din yücedir, ancak onun sürekli olarak kontrol altında tutulması zorunludur. Böylece her iki kuşak için de ortak olan bu hareket noktası, dinin kendi başına bırakılmaması esası üzerine kurulmuştur. Tek partili siyasal yaşamdan çok partili siyasal yaşama geçiş ya da sık tekrarlanan tüm askerî müdahalelerin hâkim teorisine damgasını vuran ciddi makas değiştirme çabalarının hepsinde içkin olan ana tema, din konusundaki kararlılığın da biteviye korunması yönündedir. Bu ise sonuçta dini, devletin bir parçası olarak tutmaya izin veren bir terminolojiyle takviye edilmektedir. Bu hassasiyet ortamında ilericilik-gericilik, yobazlık, irtica gibi kavramlar sürekli olarak revaçta tutulmak zorundadır.
Louis Althusser ünlü çalışması Devletin İdeolojik Aygıtlarında, gündelik hayatın temel ve kurucu bileşenlerini ele almakta ve bütün bunların nasıl olup da devletin ideolojik açıdan ayrılmaz birer araç ve aygıtına dönüştüğünü göstermektedir. Kurumsal yapı ve pratiklerin giderek devletin kendine güç katan payandalarına dönüşümünü çözümleyen Althusser, ideolojik devlet aygıtı kavramsallaştırmasıyla, görünürde devletten ayrı gibi durarak yapılanan unsurların gerçekte devletin ayrılmaz bileşkesi olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Althusser, başta Kilise olmak üzere aile, medya, sendika ve hukuk gibi yapıların fiilî olarak hem mevcut düzeni korumak hem de bu devletin değerlerindeki sürekliliği teminat altına almakla yükümlü kılındığına dikkat çekmektedir.
Ona göre söz konusu aygıtların işleyişi, oldukça incelmiş teknikleri seferber etmektedir. Bunlar, gündelik hayat deneyimi içinde devletin beklentilerini artık talep edilmeksizin gerçekleştiren, onun uygulamalarını onaylayan, bu bağlamda uygun davranış setlerini öne çıkaran, sadakat formlarını makulleştirerek çoğaltan bir işlevsellik kazanmaktadır. Böylece ideolojik aygıtlar, görünürde devletin maddi otoritesinden bağımsız olarak kendi kendini üreterek derinleşmekte ve bir hegemonyatik ağ yaratmaktadır.
Öyle ki artık devletin bu görünmez otoritesi sayesinde iktidar gitgide daha yumuşak bir şekle dönüşmekte ve bu karmaşıklığın sonucu olarak kendini süreklilik içinde var etmekte bir gerilim yaşamamaktadır. Artık gündelik hayatın içine sızmayı başaran devlet, kendini bir ideoloji olarak gerçekleştirmekte hiç de zorluk çekmeyecektir.