Kırklareli Üniversitesi’nde sosyoloji okuyan öğrencilerle din ve sosyoloji arasındaki ilişkiyi konuştuk dün akşam. Din sosyolojisinin ortaya çıkışına ilişkin süreçler dikkatle gözlendiğinde bu disiplinin her şeyden önce Batılı bir muhayyile ve perspektif içinde yeni bir hüviyete kavuştuğu anlaşılmaktadır. Hem klasik felsefi arkaplan hem de Yahudi-Hristiyan geleneklerinin birleşimiyle kendine özgü bir toplumsal yapı ortaya koyan Batı dünyasında, son birkaç yüzyıl içinde yaşanılan köklü ve kapsamlı değişimlerin bir sonucu olarak din ve toplum ilişkileri de yeniden tanımlanmış; bu bağlamda sosyal gerçeklik dünyasının modern bir düzlemde yapılandırılmasına önem verilmiştir. Süreklilik özelliği taşıyan bu süreçte ilerleme ve gelişme kavramları etrafından din de birtakım yapısal müdahale ve yorumlamalara açık hâle getirilmiştir.

Toplum bilimlerinin teorik çerçevelerinin oluşmasında Batı dışı toplumların katkıları kuşkusuz önemlidir. Bu bağlamda İslam kültür ve medeniyetinin Batılı özün kendi doğal akışına ne ölçüde katkı sunduğu hiç kuşkusuz önemli bir tartışma alanıdır. Ne var ki sosyal bilimsel yönelimlerin dayandığı temeller her şeyden önce başından beri seküler bir mahiyete sahip olan Aydınlanmacı-Pozitivist söylemlerin açtığı mecrada şekillenmiştir. Bununla birlikte İslam dünyası da Batı’da olup biten olaylardan bağımsız bir yaşama desenine sahip değildir. Her şeyden önce sömürge faaliyetleriyle başlayan bir dönemden itibaren Batı kendi kültür ve medeniyet kodlarının Müslüman dünyasına transfer edilmesi konusunda oldukça kararlı bir çaba içinde olmuştur.

İslam dünyasında toplum ile din arasındaki ilişkilerin seyrine yönelik entelektüel ve akademik etkinlikler Batı’daki kadar derin sayılabilecek bir problematiğe sahip değildir. İslam’ın kendi yapısından kaynaklanan varlık ve hayat tasavvuru onun diğer dinlerle aynı şablonlar etrafında eşleştirilmesine de fırsat vermez. Genellemeci-indirgemeci yaklaşımlar içinde toplumların özgül yapılarını başka toplumlarla eşitleme çabaları teoride romantik/fantastik bir karşılık bulsa da onun uygulamadaki yansımaları her zaman sorunlu birtakım maliyetler üretecektir.

Bu anlamda öteden beridir çoğu oryantalist söylemler etrafında şekillenen Doğu ve İslam algısının Müslüman coğrafyasının dinî-sosyal gerçekliğini çarpıtmaktan öte bir anlamının olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Bununla birlikte bu coğrafyada olup bitenlerin, burada din ile toplum arasındaki karşılıklı ilişkilerin ortaya çıkardığı yapı ve yönelimlerin gerçekte ne ifade ettiği, örneğin İslam toplumlarında toplumsal değişimin asli dinamiklerinin neler olduğu, mevcut sarsıntıların Müslümanlar nezdindeki karşılıklarının nasıl tespit edileceği gibi soruların bugün yeterli ölçüde cevaplandırılabildiğinden söz etmek de zordur.

Ne var ki 19. yüzyıldan itibaren Batılı yaklaşımlarda da sıklıkla vurgulandığı gibi ilerlemeci dünya görüşü esas alındığında Müslümanların geri kaldığına ilişkin güçlü bir yönlendirme ve edebiyat sınır tanımaz bir şekilde kabul görmeye başlamıştır. Batılı deneyimleri yaşama imkânı olmayan Müslüman dünya, ya bu ideal gerçekliği takip edecek ya da bu kadere tartışmasız bir şekilde tabi olacaktır. Batı dışı modernleşme kavramsallaştırmasında da aynı kalıplar içinde değerlendirilemeyecek bir dünyanın geleceği sorgulanmaktadır.

İslam dünyasında modernleşme süreçlerinin etkisini bir tahribat olarak görenler olduğu gibi bunu yeni bir uyanış dalgasının habercisi olarak karşılayanlar da vardır. Bu çerçevede 19. yüzyıldan itibaren bu coğrafyada neler olduğu, mevcut durağanlık ya da hareketliliğin nasıl okunması gerektiği konusunda yerleşik İslami algı ve hassasiyetlerden hareketle üretilmiş devasa bir literatürün varlığını unutmamak gerekir.

İslam’ın parlak dönemlerine olan ilgiyi yücelten ve bu bağlamda mevcut bakiyeyi sorgulayan bir söylem Müslüman dünyasında bir hayli etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin toplayıcı/bütünleştirici varlığının sona ermesi, Müslümanların ulus-devlet formları içinde yeni kimlik örüntülerini tercihe zorlanması ve resmî eğitim müfredatının çoğunlukla Batıcı-modern bir söylem akışına 45 teslim edilmesi yerleşik yapıların çözümlenmesi konusunda oldukça uzun süren kesinti ve ihmalleri de beraberinde getirmiştir.

İbn Haldun kendi yaşadığı dönemde mevcut dinî, kültürel ve entelektüel birikimden hareketle kaleme aldığı Mukaddime’sinde ortaya koyduğu teşhislerle bir anlamda Müslüman dünyasının ana kodlarını deşifre etmişti. Onun İslam’ın temel kaynaklarından hareketle yakaladığı toplumsal gerçeklik, kitabi olanla reel olan arasındaki irtibat ve intibakı ortaya çıkarması açısından emsalsiz bir değer taşımaktadır. Müslüman toplumlarının dinî, sosyal ve kültürel yönelimlerine ilişkin olarak pek çok âlim, düşünür ve seyyah da oldukça önemli çıkarımlarda bulundukları metinleriyle yeni araştırmalara ufuk açmışlardır.