Kırklareli Üniversitesi’nde de öğrenim dönemi açıldıktan sonra bizim toplantılarımız da hız kazandı. Son toplantımızda ulus devlet üzerine konuştuk. Sosyal bilimlerim hemen hemen her alanında olduğu gibi, bu alanda da kavramlar konusunda belirsizlikler mevcuttur. Haas ulus devletin çimentosunu oluşturan ulusçulukla ilgili çalışmaları, “körün fili tarif etmesine benzetmektedir. Bütünden habersiz kör nasıl tuttuğu parçaya göre tahminde buluyorsa, bu çalışmaların da benzer bir durumda olduğunu iddia etmektedir.

Nitekim Dudley Seers için ulusçuluk belli türdeki ekonomik politikaya tekabül ederken, Benedict Andersen için, üretilmiş linguistik kimliği ifade etmektedir. Antony Smith (1994) ulusçuluğu, pre-endüstriyel köklere dayanan bir özel dayanışma ideolojisi olarak değerlendirmiştir. Ernest Gelner ise, onu, sosyal evrim ve sosyal organizasyonun açık endüstriyel prensibi olan bir fenomen olarak görülür.

Klasik sosyoloji geleneğinin öncü isimleri olan Marks, Durkheim ve Weber çalışmalarında ulus devlet konusuna çok az yer vermişlerdir. Çünkü 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yaşayan çağdaşları gibi, onlar da ulusçuluğun gerileme sürecinde olduğuna inanmışlardır. Özellikle yaşanan iki büyük dünya savaşı bir taraftan ulus devlete sadakati güçlendirirken, öte yandan da ulus devletin aşılmasına yönelik arayışları artırmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasında, bir tarafta sosyalist (ve evrenselcilik iddiasındaki) devletler, “ulusal kimlikleri reddederek “sınıf aidiyetleri”ni ön plana çıkartırken, öteki tarafta da (özellikle uluslarüstü ya da federal sistemlerle) ulus devleti aşma çabası içine girildiğini görüyoruz.

Ancak bu çabaların önceden öngörüldüğü gibi sonuç vermediğine tanık olunmuştur. Özellikle 1989 yılı sonrasında yaşanan gelişmeler, bazı yazarların “kabilecilik”, bazılarının “mikro ulusçuluk” ya da “altkültürel ulusçuluk” dedikleri iddiaları gündeme getirmiştir. Buna karşılık giderek artan bir şekilde popülarite kazanan bir başka konu da, küreselleşme sürecine paralel olarak, artık “ulus devletin sonu”nun geldiğine ilişkin tartışmalardır.

Susan Strange, oldukça radikal bir yaklaşımla ulus devletlerin otoritelerinin azalmasına işaret ediyor. Ona göre, karar süreçlerinde ulusal hükümetlerin eskisi kadar yetkisi yok. Politikacıların “ekonomik ve toplumsal sorunlara yanıtları varmış, ülkenin kaderini belirleyenlermiş gibi” konuştuklarını, ancak insanların artık onlara inanmadığını söylüyor.

Strange’e göre, günümüz dünyasında “finans, sanayi ve ticaretteki özel girişimle, daha sonraları devletlerin ortaklaşa kararlarıyla bütünleşen dünya pazarındaki belirsiz güçler, artık toplum ve ekonomi üzerindeki tek politik otoritenin sahibi olduğuna inanılan devletlerden daha güçlü”. Geçmişte “piyasalar devletin egemenliği altındayken, bugün aynı devletlerin hükümetleri pek çok önemli meselede piyasanın egemenliği altında. Devletlerin azalan otoritesi kendini, otoritenin diğer kurum ve kuruluşları ile yerel ve bölgesel organlara yayılımının ve yapısal güce sahip büyük devletlerle, buna sahip olmayan güçsüz devletlerarasındaki asimetrinin büyümesinde gösteriyor”.

Ulus devletin sonuna geldiği ya da misyonunu tamamladığı şeklindeki iddialardan birisinin temelinde, onun modern bir düşünce olduğu ancak günümüzde moderniteyi aşan bir süreç yaşandığı, dolayısıyla post-modern ya da onun bir anlamda maddi temelini oluşturan post-endüstriyel çağda ulus devletin de işlevselliğini yitirdiği şeklindedir.

Günümüzde sıkça vurgulanan “enformasyon devrimi”nin, sanayi toplumundan farklı siyasal yapıları ortaya çıkardığı iddia edilmektedir. Post-endüstriyel çağın teknolojik altyapısını oluşturan, enformasyon teknolojilerinin küresel etkileşimi artırmış olması ise, ulus devletlerin aşındırmasında önemli bir faktör olarak değerlendirilmektedir. Geçmişte daha ziyade, sadece devlet tekelinde bulunan medya kuruluşlarının ulus devletlerin politikaları doğrultusunda homojenleştirici etki yapmasına karşılık, günümüzün çeşitlenmiş, daha ziyade piyasa taleplerine göre çalışan ve çoğu kere marjinal unsurlara kendilerini global düzeyde ifade etme imkanı veren yeni medyası, tam aksine bir işlev görmektedir. Yükselen toplumu tanımlarken, vurgu artık benzerliğe değil farklılığa yapılmaya başlanmıştır.

Enformasyon teknolojileri bazı bakımlardan, ulusal/merkezî otoriteler için, birer “toplumsal denetim” aracı olarak kullanılsalar bile, genelde içinde yaşadığımız “tele devrim” sayesinde, enformasyonun yayılmış olması, gücün de merkezin elinden kayması anlamına gelmektedir. Yani bir anlamda, aralarının iyi olduğu yıllarda, kendisine Sovyetler Birliği’nde dev bir telefon santralı kuralım dediğinde, bundan daha büyük bir karşı devrim düşünemiyorum diyen Stalin’in bahsetmiş olduğu süreç, şimdiden bütün ülkeler açısından yaşanmaya başlanmıştır.