Kırklareli’de toplum da din de seküler hale gelmeye başlıyor. Modernleşmeyle birlikte, gündelik hayatın yeniden düzenlenmesi amaçlanır. Bunun için de iki temel kavramın kullanıma sokulduğu görülür. Bunlar laiklik ve sekülerleşmedir. Batı’nın kendi tarihinde dine ilişkin farklı deneyimlerine vurgu yapan bu kavramların, giderek birbirini tamamlayan ortak bir çerçeveye sahip olmaları ilginçtir. Laiklikle, dinin devlet işlerinden elini çekmesi öncelenirken, sekülerlikle de dinin gündelik hayat içindeki görünürlüğünün azaltılması hatta zayıflatılması hedeflenmektedir. Sonuçta hem laiklik hem de sekülerleşme, toplumun siyasi hayatında dinin etkisini belirlemeye yönelik olarak kullanılan birer şifre kelimedir. Türk modernleşmesi, merkez-kenar karşıtlığı/ikiliği (dikotomisi) içinde gerçekleşmiştir. Merkezin kenara hâkimiyeti zaman almıştır.

Türk modernleşmesinde Kemalizm, laiklik ve sekülerlikle aynı potada işlenmekte, Türkiye için sekülarizm, Kemalizm ile benzer bir değer ve dünya görüşünü ifade etmekteydi. Toplumun geleneksel aidiyet zinciri, modernleşme bağlamında kırılmaya çalışılır. Her şeye rağmen bir bağlamdan başka bir bağlama mevcut müktesebatı göz ardı ederek geçme ameliyesinde dinin retoriğine müdahale edilse bile İslam’ı modernleştirme çabası geçerliliğini uzun vadede koruyamamıştır. Dinde reform çağrısı din politikalarındaki örneğidir. Dine müdahale olarak değerlendirilebilecek bu girişim, kitlesel dindarlığın kutsalla temas noktalarını arttırmaya yarar. Toplumun derin hissiyatı dönüştürülmek istenirken eğitim ve öğretim, bilginin yeni organizasyonu, yeni değerlerin kabulü, dinselliğin gücünü kırmak için öne çıkarılır. Hodgson’un belirttiği gibi, modernleşmecilerinin resmî tutumu, dinin de diğer her şey gibi Batılılaştırılması gerektiği şeklindeydi. Devlet elbette laik bir kurum olmalı ve din de bireysel vicdanla ilgili kişisel bir mesele hâlini almalıydı. Bu, İslam’ın devletle olan ilişkisinin kesilmesiyle fazlasıyla başarıldı. Ama ayrıca, modern vatandaşların İslam’a karşı Batılı bir tutum takınmaları da ümit edildi; yeni İslami dindarlık modern Katolik ve belki özellikle Protestan dindarlığı ile reformcu Musevi dindarlığının sosyal ve duygusal özelliklerini yüklenecekti.

Bu adımlar, dinsel gerçekliğin yeni kuşakların gözünde bulanıklaşmasına yol açmıştır. Nitekim Hodgson’a göre, laik müfredatla yetişen yeni kuşaklar için İslam, toplumsal değişmeye yön veren bir değerler alanı olarak görülmez. İslam, artık kutsalın daraltılmış bir alanıdır ve giderek de mitik bir boyut kazanır. Şu bir gerçek ki, Cumhuriyet’in modernleşme deneyimi din konusunda ihmalkârdır. Cumhuriyet’in kuruluş fikriyatı bir kenara bırakılırsa din, 1980’li yıllara kadar toplumsal ağırlığına nispeten devletin dikkatine çok düşük bir düzeyde muhatap olabilmiş ve neredeyse gözden çıkarılmıştır. Bu ihmalde yeni rejimin hassasiyetlerinin etkili olduğu açıktır. Devrimlerin, talepkâr dinselliğin belini kesinlikle kırdığına ilişkin ham inanç, düzenin teminatı hâline getirilmiştir. Sık tekrarlanan duyarlılık çağrıları, irticanın ayak seslerine sürekli dikkat çekse de aslında bu çağrının etkisi genellikle sönük kalmıştır.

Tek parti dönemi, Cumhuriyet’in altın çağı sayılan ve bugün pek çok Kemalist için, olumlu anlamda geri dönüş çağrılarını ve o döneme ilişkin özlemleri yansıtan tarih üstü ideal bir dönemi ifade etmektedir. İşte bu dönemde laiklik konusunda oldukça net, oldukça kararlı politikalar izlenmiştir. Ve dinin devlet içerisindeki varlığını bertaraf etmek için her tür adım atılmıştır. Bu sadece atılan adımların radikalizmiyle kanıtlanamaz. Ek olarak kültürel pek çok alanda yapılan devrimleri de hatırlamak gerekir. Örneğin, alfabe değişmiştir, zaman algısı değişmiştir. Kültürün pek çok alanında çok esaslı değişimler gerçekleştirilmiştir ve bu değişimlerin sonuçları kamusal alanda var olan her şeyi süreç içinde dönüştürmeye devam etmektedir. Cumhuriyet’in din konusundaki tercihleri, Şerif Mardin gibi özellikle Cumhuriyet’in erken dönem kültürel politikalarını sorgulayan sosyologlar tarafından oldukça muğlak bulunmuştur. Cumhuriyet’in erken dönemindeki modernliği, ihmalkâr bir modernlik olarak tanımlanabilir. Yani modernlik kendine özgü koşullarını topluma yerleştirmeyi âdeta bir emrivaki biçiminde gerçekleştirmiştir ve bu da din konusunun çok esaslı bir şekilde bir cepheleşme yaratmasına yol açmıştır. Türk modernleşmesinin öncüleri, din konusunda daha esaslı bir takım kavramsal çerçeveler geliştirebilselerdi, belki din, bugün tanık olunduğu gibi, toplumda bir cepheleşmenin başat bir ögesi olmayacaktı.

1947’de Türkiye’nin de içinde bulunduğu blok açısından komünizm, ciddi bir tehdit olarak, çok dikkatli bir şekilde izlenmekteydi. Marksist eğilimler, Kemalizm’in seküler öğretisi içinde karşılanacak, göğüslenecek bir duruma sahip değillerdir. Toplumdaki ahlaki bozulmanın ve Marksizm’in güven telkin etmeyen, toplumu bozmaya yönelik dönüştürücü etkisinin sık sık dillendirilmesi, dinin yeniden hatırlanmasını sağlarken dine toplumda yeni bir kapı aralanmasını da meşrulaştırmaya başlar. Bu tabii ki dindarlığın talepleri ile iktidarın talepleri arasında oluşan yeni bir uzlaşma noktasıdır.