Kırklareli Üniversitesi öğrencileriyle bir araya geldiğimiz zaman, sosyolojinin temel kuramlarını inceliyoruz. Genelde pek yanlış anlaşılan romantizm konusunu işledik dün akşam. Romantizmin günümüzde pek hoş çağrışımlar uyandırmaz. Romantizm denildiğinde loş bir ışık, sakin bir müzik eşliğinde yemek yiyen aşık bir çiftin aralarındaki duygu seli ya da şövalye ruhlu bir erkeğin sevdiğinin gönlünü kazanmak için yaptığı büyük ya da küçük çılgınlıklar öncelikle akla gelir. Öte yandan kelime maddi koşulların gerçekleri karşısında kendi uçuk projelerini gerçekleştirmeye çalışan başarısız denemeler için kullanılır. Romantizm, bireysel ilişkilerin mahrem duygularını alevlendirmekte zorunlu bir afrodizyak olarak görülürken kamusal alanda şeyleri olması gerektiği gibi kavramayı engelleyen bir ayak bağı olarak değerlendirilir. He iki kullanımda da farklı değerler yüklemelerine rağmen romantizm kamusal ve özel alan arasındaki “aşılmaz” sınır çizgisine koyulur.
Bununla birlikte gerek söz konusu sınır çizgisinin oluşumunun gerek iki alandan birini tercih etme, Raymond Williams’ın deyişiyle kişinin ya şair ya da sosyolog olma, zorunluluğunun ancak on dokuzuncu yüzyılın geç dönemlerinde kültürel bir kod haline geldiği çoğunlukla unutulur.
Aslında kültürel bir üslup olarak romantizm, başlangıçta, dış dünyanın gerçekliğini yadsımak yerine dünyaya alternatif bir anlam vermeyi amaçlar. Öznel farkların ortadan kaldırıldığı, değiştirilemez rasyonel yasaların kovulan tanrıların yerini aldığı liberal kamusal evrenin bastırdığı kişisel duyu ve deneyimlerin sözcülüğü romantiklerin temel çıkış noktasıdır:
“Güzel, Fransızın midesini bozuyor. Bu durum yalnızca Fransa’nın güzele yeğ tuttuğu Gerçeği aramak için yaratılmış olmasından doğmuyor, ülkedeki tüm beyinlerin ütopyacı, komünist, simyacı karakteri onun sadece aşırı bir tutku, formüller tutkusu beslemesine elveriyor. Burada herkes herkese benzemek ister, kuşkusuz herkesin de kendisine benzemesi koşuluyla”
Güzelden anlamayan yalnızca Fransızlar değildi. Kapitalist süreçler hemen herkesin üzerinden geçtiğinden bütün Avrupa’da sermayenin gücüne karşı estetik olanı harekete geçirmeye çalışan öncü gruplar vardı. Almanya’da Novalis, Fichte, Hölderlin gibi edebiyatçılardan oluşan Jena çevresi kamusal yaşamın tekdüzeliğinden muhayyilenin sonsuz ufkuna kanatlanan radikal görüşler ileri sürüyordu. Blake, Wodsworth, Keats gibi şairler yaratıcılıklarını toplumsal sorunlara addeden yeni bir edebi yaklaşımla sahne alıyordu.
Romantikler kesinlikle toplumsal sorunlar yadsıyan bir tutum içinde değillerdi ancak bu sorunları güncel koşulların dar sınırlarına indirgemeyi reddediyorlardı. Yüzyıllara yayılmış yıkıcı bir sürecin içindeki sınırlı olandan mutlaka, zorunlulukların ötesindeki saf iradeye erişmek isteyen bir arayışın patlamasıydı. Novalis’in tanımıyla “sıradan şeylere yüksek bir anlam, alışılmışa gizemli bir itibar, bilinene bilinmeyenin onurunu, sonluya sonsuz bir görünüm vermeye” çalışıyordu.
Hümanizm ve bilimsel düşüncenin inşa ettiği “çıplak gerçekliğe” yeni bir aşkınlık biçen romantizm dinin boşluğunu estetikle ikame etmeyi amaçlıyordu. Bu bağlamda özellikle erken dönem romantizmin idealist üslupla arasında bir yakınlık olduğu fark edilecektir. İdealizm, parçaların yeniden kaynaştırmak için felsefenin mitolojik bir dil geliştirmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Geniş kitlelerin modern değerleri idrak etmesinin yolu muhayyilenin devreye sokulmasından geçiyordu. Romantikler, modernlik projesinin başarıya politikanın şiirselleştirilmesi ile erişeceğini düşünen idealistlerden çok daha ileriye gitmişlerdi.
Onlar için şiirsel olan zaten başlı başına politikti. Fransız İhtilali, bir zamanlar saray entrikalarıyla işleyen karar verme gücünü sıradan insanların yüreğinde bulunan bir iş haline getirirken hangi bilginin doğru ve hangi idealin inanılası olduğu konusunda tam bir kaos yaratmıştı. Romantiklere göre bilgi ve ideallerin yokluğundan değil enflasyonundan kaynaklanan bu kaosun dindirilmesi insanlığın çıkarın ötesinde bir kutsalın huzurunda bulunmaya bağlıydı. Yeni bir (politik) maneviyat temelinde insanları bir araya getirebilecek eşitlik, kardeşlik, özgürlük değerleri fayda denilen şeytan alt edilmeden modern dünyaya kök salamazdı.
Romantikler paranın karşında bireyler arası bağların önemini vurgulamış olabilirler ancak bu onların, idealist programın aksine, kolektif olanla tamamıyla bütünleşmeyi amaçladığı anlamına gelmez. Romantik bir yandan güzelliğin herkes için geçerli olacak bir temsilini yaratmayı arzulamışlar. Bu bağlamda insan doğasının evrenselliğini savunan Rönesans klasisizmine canı gönülden inanır. Onlara göre sanat eseri evrenin aşikar gizemlerini deşifre etmelidir. Dünyanın görünen yüzünün ardındaki gerçekliğin temsili muhayyilenin yaratıcı aynasında herkesin görebileceği bir surete kavuşabilir