Kırklarelili vatandaşların en büyük sorunlarından biri ekonomik gelişmişlik çok kapsamlı ve boyutlu bir mesele olmasına rağmen, bugün ekonomi politikaları büyük ölçüde sınırlı kavram ve ölçütler çerçevesinde belirlenmeye devam etmektedir.
Bu kavramların en önemlisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı ülkelerinde ulusal istatistik kurumlarının yaygınlaşması ve veri toplanmasında standardizasyon sağlanması neticesinde oluşturulan “Ulusal Hesaplar Sistemi”dir (System of National Accounts - SNA). Ulusal hesaplar; bir ülkede belirli bir dönemde yapılan üretim, yatırım, sermaye işlemleri, kamu harcamaları, dış ticaret, toplam tüketim, ücret, kira, faiz gibi gelir türleri konularında ülkeler arası karşılaştırılabilir veri sağlar.
Bu istatistiklerin en önemlisi ve bugün ekonomik büyüme denince ilk akla gelen kavram, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’dır (GSYH). Farklı ölçme yöntemleri olan ve hepsinde kuramsal olarak aynı büyüklüğe ulaşmamız beklenen GSYH’yi Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) şöyle tanımlar: “Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (üretim yöntemine göre), bir ekonomide yerleşik olan üretici birimlerin belli bir dönemde, yurtiçi faaliyetleri sonucu yaratmış oldukları tüm mal ve hizmetlerin değerleri toplamından bu mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılan girdiler toplamının düşülmesi sonucu elde edilen değerdir.”
Sabit fiyatlarla hesaplanan GSYH’deki büyüme ve özellikle cari fiyatlarla hesaplanan GSYH’nin ülkede yaşayan nüfusa bölünmesi (kişi başına GSYH) ülkelerin yaşam kalitesi ve gelişmişlik göstergelerinin en başlıcaları olarak değerlendirilmektedir.
Ekonomik büyümenin ve toplumsal refahın ölçüm ve analizlerinde GSYH veya türevi göstergelerin yaygın bir biçimde kullanımı 1970’lerden itibaren gerek anaakım iktisat gerekse heterodoks iktisat yaklaşımlarınca ciddi ölçüde eleştirilmektedir. Birincisi, GSYH ve kişi başına GSYH gelirin dağılımı konusunda fikir vermemekte, alternatif gelir dağılımı göstergelerine ihtiyaç duyulmaktadır.
Ulusal hesaplar sisteminin (örneğin, buğday, otomobil üretimi veya bankacılık, eğitim, sağlık hizmetleri gibi) istatistikleri, piyasa için üretilen mal ve hizmetlerin o günkü piyasa değeri üzerinden hesaplanmasıyla elde edilir. Oysa, piyasada ticareti yapılmayan, dolayısıyla bir piyasa fiyatı olmayan ürün ve hizmetler bu büyüklüğün içine girmez.
Örnek vermek gerekirse, neredeyse tamamı kadınlar tarafından gerçekleştirilen hane içi üretim ve bakım hizmetleri, kayıt dışı ekonomik faaliyetler, firmalar tarafından dışsallaştırıldığı için firma bilançolarına, dolayısıyla, resmî istatistik hesaplara yansımayan çevresel kirlilik ve etkiler ile gönüllülük temelinde yapılan faaliyetler ulusal gelir hesaplarında yer almaz.
Bu nedenle bir ülkede yaratılan değer çoğu zaman gerçekte olduğundan düşük hesaplanmış olur. Dolayısıyla, özellikle kadınlar ve hesaplara dâhil olamayan diğer faaliyetlerin sahipleri kaynakların dağılımından da hak ettikleri payı alamazlar.
1980’lerden itibaren o güne kadar kabul edilen kalkınma kavramı sorgulanmaya başlamış ve 1990’lar alternatif yaklaşımların tartışıldığı bir dönem olmuştur. Sadece bugünkü nesillerin değil, gelecek nesillerin de insanca yaşayacağı bir modelin, diğer bir deyişle, “sürdürülebilir kalkınma”nın nasıl olacağı; toplumsal/bireysel refah ve dirliğin (well-being) o güne kadar kabul gördüğü şekliyle sadece maddi koşullarla değil, farklı boyutlarıyla yeniden tanımlanması gerektiği bu dönem iktisat yazınında ve uluslararası kuruluşlarca çokça tartışılmıştır.
Amartya Sen, maddi koşulları değil, insanı merkezine alan kalkınma yaklaşımını şöyle tanımlar: “Kalkınma süreci en azından, insanların bireysel ve kollektif olarak, bütün potansiyellerini açığa çıkaracak ve onların ihtiyaçları ve ilgileri ölçüsünde üretken ve yaratıcı yaşamlar sürmeleri şansını verecek uygun bir ortamı yaratmalıdır” 2000’li yıllar uluslararası kuruluşların gündemine toplumsal ve bireysel dirlik meselesinin daha fazla girdiği yıllar olur. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) bu konuda araştırmalar yaparken 2008’de Fransız Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’nin çağrısıyla Joseph Stiglitz, Amartya Sen and Jean-Paul Fitoussi liderliğinde toplumsal refah ve ilerlemenin analizinde kullanılacak kavram ve ölçütleri geliştirmeleri amacıyla bir komisyon kurulur.
Feminist araştırmacılar 1970’lerden başlayarak anaakım iktisada, özel olarak da, gelişme iktisadına yaptıkları çalışmalarla önemli eleştiriler getirirler. Kapitalist modellerin kadınlar ve erkekler açısından farklı sonuçlarının göz ardı edildiğini, bizzat bu farklılıkların tanınması ve anlaşılması hâlinde ekonomi politikası tasarım ve uygulamalarının toplumları daha iyiye taşıma amacını gerçekleştirebileceğini savunurlar.