Kırklareli’nin aslında Türk toplumunun modernleşme planlarıyla ilerlediğinin farkında mısınız? Türk modernleşmesinin tarihine bakıldığında birçok soru ve sorun karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyıla kadar dayandırabileceğimiz Batı tarzı yenilikler ve Cumhuriyetin ilk yılları hız kazanan modernleşme çalışmaları incelenirken bu değişimlerin toplum yapısına etkileri, değişimlerin hangi tarzda olduğu ve olması gerektiği birçok sosyolog tarafından incelenmiştir. Bu çalışmalara katkı sağlayan sosyologlardan biri olan Şerif Mardin Türk modernleşmesini incelerken hem aşırı batılılaşmayı hem de modernleşme sürecini modernleşme öncesi pratikler üzerinden sürdürmüştür
Bu yazıda temel problem Şerif Mardin’in merkez ve çevre olarak nitelendirdiği toplumsal yapının Türk modernleşmesi üzerinde meydana getirdiği değişimler ve bu değişimlerin yönünü nasıl belirlediğidir. Mardin bu değişimleri merkez çevre modeli ile açıklar. Merkez ve çevre ilişkisini kavramak Türk modernleşmesini ve toplumsal yapı değişimini anlamak açısından önemlidir. Literatürdeki Şerif Mardin çalışmaları metodoloji, değişim, ideoloji ve Türk modernleşmesi üzerine odaklıdır. Bu gün ise merkez çevre ve değişimin ilişkiselliği ele alacağım.
Şerif Mardin merkez çevre modelini Edward Shills’ten faydalanarak geliştirmiştir. Bu modelde Türk modernleşmesi sürecinde kültürel boyutta yaşanan gerilimleri incelemiş ve açıklamıştır. Bu modeli tanımlarken ilk değinilmesi gereken şey nasıl bir toplum yapısından bahsettiğidir. Mardin’e göre Osmanlı toplumunda merkez denilen yöneten, dışarıya kapalı sınıf ile çevre denilen merkezin etrafında bulunan ve onların kararlarına göre yaşamını şekillendiren sınıf vardır. Şerif Mardin bu iki sınıfı belirlerken onları kesin çizgilerle ayırmamıştır ancak bu kavramsallaştırma çoğu zaman sınırları belli bir yapı olarak yanlış kullanılır. Ona göre bu modelin bir metafor olarak değerlendirilmesi ve zamanla değişen toplum yapısına göre içinin doldurulması gerekir.
Şerif Mardin’e göre modernleşme, toplumların farklılaştıkları ve merkezileştikleri bir süreçtir. Osmanlıların kalıcı bir toplumsal sınıf kurmalarını anlamak için toplum yapısını ortaya çıkmakta olan merkezîleşmiş Batı devleti ve daha sonra onun yerine geçen modern ulus devleti ile karşılaştırılarak anlaşılması gerekir. Bunu açıklayan merkez çevre modelinin temelinde Batı toplumlarındaki merkezde yer alan feodal yapı ile çevredeki kasaba yapısı vardır. Endüstrileşme ile birlikte çatışma içerisine giren merkez ve çevre daha sonra uzlaşmış, orta yol bulunmuştur. “Böylece merkez ve çevre uzlaşma gücüne sahip bir çatışma içerisinde bulunmaktadırlar.”
Batı Avrupa’da feodalizmin çöküşüyle başlayan merkezileşme süreci; burjuvazinin gelişmesi, sanayileşme ve siyasi hakların geniş kitlelere yayılması gibi unsurları kapsamaktadır. Bu süreçte, toplumun bazı fonksiyonları merkezde toplanırken, yeni gruplar ortaya çıkmış ve toplum birbirinden ayrılmıştır. Bu ayrılmanın inşa ettiği kopuklukları dolduracak vatandaşlık, milli kültür gibi yeni yapılar, merkezin yeni ortaya çıkmış sosyal ve iktisadi parçalarını birbirine bağlamıştır
Osmanlı toplumsal yapısında ise bir sınıfsal geçişsizlik olarak mevcut olmayan sivil toplum, Batı deneyiminde merkez iktidarlarla, taşra gentry’leri arasındaki göreceli gerginliklere ve dalgalı güç savaşımlarına dayanarak olgunlaşmıştır. Batı’da şehirlerin gelişmesiyle birlikte ticaret de geliştiğinden, şehir faaliyeti toplumun tümü için yeni bir zenginlik kaynağı olmuştur. Feodal asiller de o zamana kadar görmedikleri ve mekanizmasını bilmedikleri bu yeni kaynaktan yararlanmak istemişler ve bunun sonucunda aristokrasiyle şehirliler arasında bir uzlaşma ortaya çıkmıştır.
Buna göre Batılı siyasal biçim merkez ile çevre arasındaki bir dengeye bağlıyken Osmanlı’da böyle bir denge yoktu çünkü merkez dışında güçlü bir unsur bulunmamaktaydı. Osmanlı’da Hegel’in “medeni toplum” olarak bahsettiği merkezden ayrı bir yapılanma ve mülkiyet hakkı bulunan toplum yapısı yoktu. Mardin’in incelediği şey tam olarak buydu. Yani merkez dışında bir siyasi yapılanma olmaması ve toplumsal dengeyi sağlamada uzlaştırıcı kurumların eksikliğiydi. Merkez ile çevre arasında bağ kuracak kurumlar olmadığından bu merkez çevre kopukluğuna yol açıyordu. Bahsettiği merkez çevre kopukluğu değişmenin önündeki en büyük engeldi çünkü merkeze eleştiriler ve yeni fikirler yoktu. Bu da toplumu tutucu bir yapıda olmaya itiyordu.
Batılı devletlerde merkez ve çevre arasında aracı rolü üstlenen kurumlar varken Osmanlıda böyle kurumların olmaması merkezin çok baskın ve mutlakiyetçi olmasından kaynaklanır. Bu yüzden merkez ve çevre arasında kopukluklar vardır. Mardin bu kopuklukların bazen etkisiz olduğunu belirtirken bağ kuran kurumların olduğunu, bu durumun vakıf sistemi, adalet sistemi, tımar ve zeamet sistemi ile kapandığını da belirtir.
Bu merkez çevre kopukluğunun bazı nedenleri vardı. Bunlardan biri Osmanlı’nın bürokratik bir merkezi idare sistemi kurmasıdır. Merkez ile halk yani çevre arasında iletişimin zayıf olması, merkezin yüksek kültürü ile halkın kültürü arasındaki bağların çok zayıf olması kopukluğu daha çok artırıyordu. Osmanlı toplumu iki sınıftan oluşuyordu, bunlar askeri ve reaya idi. Askeri sınıf saltanat beratı, saray memurları, dini yetkisi bulunan kimseler ve ulemadan oluşuyordu. Reaya ise vergi veren ancak hükümete katılamayan Müslüman ve gayrimüslim halktan oluşuyordu. Devletin temel kuralı reayayı askeri sınıftan uzak tutmaktı. Sadece sınırda savaşa katılan veya medresede eğitim alıp ulema olan kişiler askeri sınıfa katılabiliyordu