Kırklareli’de göç hareketlerinin detaylarını araştırmaya başladım. Küreselleşmenin tarihini kapitalizm ile başlatmak mümkündür. Birey, hizmet ve ürünler, küreselleşme ve kapitalizm ile birlikte ulusal sınırları aşarak bütün dünyada dolaşıma girmiştir. Kapitalizm, tüm dünyayı bir pazar olarak görürken, küreselleşen dünyada insanlar da bazı şartları yerine getirerek vatandaşı oldukları veya doğdukları ülkenin dışında, farklı bir ülkede işgücüne katılabilmektedir. Yeni ulaşım ve iletişim imkanları ile birey, hizmet ve malların tüm dünyada sınırsız dolaşımı mümkün hale gelmiştir. Tarihsel olarak göç süreci, köle ticareti, sömürgecilik akınları, ulus devletlerin sınırlarının çizilmesi, mübadeleler, misafir işçilik gibi değişik biçimlerde, devletlerin ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda toplulukları sürüklemesiyle devam edegelmiştir.

Avrupa ülkeleri, hem kolonizasyon dönemi ile dış göçleri, hem sanayileşme ile birlikte iç göçleri yaşayarak küresel ve yerel göç süreçlerinden en şiddetli biçimde etkilenmiş ve batı toplumları tamamen göçler ile şekillenmiştir diyebiliriz. Batı ülkelerinde Sanayi Devrimi ile birlikte büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanmış, toplumsal ilişkiler ve kurumlar yeniden tanımlanmıştır. Özellikle devrimin başladığı İngiltere’de, önce kısa mesafeli kırsal göçlerle, ardından İngiliz kolonisi ülkelerden uzak mesafeli göçlerle sanayi kentlerinin nüfusları çok hızlı biçimde artmıştır.

Sadece 18. yüzyılın ikinci yarısında Britanya adalarından ve kolonilerden İngiltere’deki sanayi kentlerine 1 milyondan fazla kişi göç etmiştir. Giddens’a göre yaşanan bu yapısal dönüşüm, işgücünün tarım sektöründen ve kırsal alandan kısa sayılabilecek bir sürede sanayi sektörüne kayması, sanayi toplumlarında yaşanan toplumsal dönüşümlerin en önemlisi ve en köklüsüdür. Çünkü, işgücünün sanayi üretiminde yoğunlaşması, üretim ilişkilerinin değişmesi, aynı zamanda kentleşmeyi de beraberinde getirmiştir.

Son üç asırdır küresel göç hareketlerini yönlendiren İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda ve Fransa gibi Avrupa ülkeleri, gelişen nüfuslarına yeni yerleşim yerleri bulmak ve yeni kaynaklara ulaşmak için sömürgeler kurmuşlardır. Bir taraftan milyonlarca Avrupalı emperyalist amaçlarla diğer kıtalara dağılırken, bir taraftan da sömürdükleri ülkelerden milyonlarca insanı köleleştirerek Kuzey ve Güney Amerika’ya taşımışlardır.

Üç yüzyıl süren bu küresel göç dalgası dünyanın siyasal sistemi ve ekonomik yapısında köklü değişimlere neden olmuştur. Avrupalı göçmenler gittikleri Kanada, Birleşik Amerika, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi ülkelerde yerlileri azınlığa düşürüp yeni devletler kurmuşlardır. Yerlilerin azınlığa düşürülemediği Güney Afrika gibi ülkelerde ise ayrılıkçı sistemler kurarak (aparheid) siyasal hegemonyalarını devam ettirmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imparatorluklar çözülmüş ve onlarca yeni ulus devlet ortaya çıkmıştır. Ancak bölünen ulus devlet sınırları ile etnik nüfusların sınırları her zaman örtüşmediği için, bazı etnik gruplar başka bir ulus devletin coğrafi sınırları içinde kalmıştır. O dönemlerde yükselen milliyetçilik akımının da etkisiyle, ulus devletler homojen bir nüfus yapısına ulaşmayı hedefleyerek, ülkedeki diğer etnik unsurları göçe zorlamışlardır. Göçlerin bazıları devletlerin karşılıklı anlaşmasıyla nüfus mübadelesi (değiş tokuşu) biçiminde olurken, bazıları ise farklı etnik ve dini kökenden olanların zorla sürgün edilmesi şeklinde olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğrudan sömürgecilik sona ermiş, Avrupalıların sömürdükleri Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde etnik ve dini temellere dayanan onlarca zayıf yeni devlet kurulmuştur. Sömürgecilerin otoritesini çekmesinden sonra birçok ülkede şiddet hareketleri baş göstermiş, milyonlarca insan yurtlarından sürülmüş ve mülteci durumuna düşürülmüştür.

1950’lerden itibaren İkinci Dünya Savaşı ile yıkılan Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, ABD ve petrol zengini Arap ülkeleri ihtiyaç duydukları işgücünü karşılayabilmek için gelişmekte olan veya üçüncü dünya ülkelerinden işçi ithal etmeye başlamışlardır. Eski sömürge ülkelerinden ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerden yapılan göçler önce “misafir işçilik” (guestworker/gastarbeiter) olarak başlamış, ancak zamanla kalıcı hale gelmiştir. Misafir işçi olarak gelen milyonlarca insan ve aileleri halen Avrupa ülkelerinde göçmen olarak yaşamaktadır.

Kapitalist Batı ülkeleri, bilgi, sermaye ve malların bütün dünyada serbest dolaşımını savunurlarken, insan hareketliliği ve işgücünün serbest dolaşımı konusunda ise bu kadar liberal tutum takınmazlar. Hatta işgücünün serbest dolaşımını konusunda en yüksek duvarları ve en güçlü bariyerleri Batı devletleri kurar.