Şehirlerin geliştikçe insan ilişkilerini değiştirdiğini daha önce ifade etmiştik. Kırklareli’de de aynısı olmuştu aslında. Yoksulluk, kentin gelişmesiyle kentsel yoksulluğa dönüştü.

Yeni kentsel yoksulluk, sosyal yardımlar harcamalarının kısıldığı, istihdamın düzensiz olduğu ve bu sürece bağlı olarak taşeronlaşmanın arttığı, çalışma koşullarının daha kötü denetimsiz hale geldiği, işçilerin sendikalaşma oranının iyice düştüğü ve taşeron düzenlemelerle kayıtdışı sektörden büyük şirketlere değer transferinin gerçekleştiği, Castells ve Henderson’un kavramsallaştırmasıyla “işgücünün aşırı sömürüsünün” ortaya çıktığı yeni bir dönemi anlatır.

1980 sonrası kullanılmaya başlayan yeni kent yoksulları çalışan yoksulları içermektedir. Çalışan yoksullar kavramı ise kötü çalışma koşullarında emeklerini kullanan, düşük ya da düzensiz ücret kazanan, sosyal güvenlik sisteminin dışında kalan toplumsal kesimi anlatmak için kullanılmaktadır.

1980’lerde ortaya çıkan bu büyük dönüşüm, uluslararası ilişkilerde yeni uluslararası işbölümü olarak adlandırılmaktadır bu dönüşüm kapitalist rekabetin tetiklediği sermaye birikiminden kaynaklanmaktadır.

Frobel’e göre, dünya ekonomisinin gelişimi giderek daha çok şirketin, işgücünün bol olduğu, iyi disipline edilmiş ve ucuz satın alınabileceği yeni sanayi alanlarında yaşama olanağı bulduğu yöne doğru kaymaktadır. Diğer bir deyişle bu yeni dönem üretimin ulusötesi yeniden organizasyonu dönemidir.

Öte yandan bu dönemin diğer önemli bir özelliği eşitliği değil verimliliği güvence altına almasıdır. Başka bir deyişle, küresel fırsatlar insanlar, uluslar ve şirketler arasında eşitsiz dağılmaktadır. Bu süreç 1980’den beri yoksul ve zengin ülkelerdeki eşitsizliğin neden arttığını da açıklamaktadır.

Düzenli çalışma ve tam zamanlı istihdam, iş sözleşmeleri, yaşam boyu devam edecek kariyer olanakları tüm dünyada erozyona uğratılmasına karşın, çevre ülke ekonomileri bu süreçten daha fazla etkilenmekte ve bu ülkeler için sosyal güvenceden yoksun kalmak ve düzensiz gelir anlamına gelmektedir. Castells düzensiz işgücü piyasasında iki ana işgücünden söz eder.

Bu süreç aynı zamanda ücretlerde düzensizleşme, kötü çalışma koşulları ve düzensiz çalışmayı da beraberinde getirmektedir. Diğer bir deyişle, niteliksiz ve yarı nitelikli işgücü için yapısal işsizliğin büyümesi, gelir eşitsizliği, yoksulluk, toplumsal kutuplaşma, marjinalleşmeye de yol açmaktadır.

Ayrıca, istihdam yaratmadan artan verimlilik sürecinde sendikaların zayıflaması da son derece önemli unsurlardan birini oluşturmaktadır. Bu süreç özellikle niteliksiz/düşük nitelikli işgücü, göçmenler, kadınlar, gençler ve çocuklar üzerinde aşırı sömürüyü getirir. Castells bu süreci, “belli bireylerin ve grupların, belli bir bağlamdaki kurumlar ve değerler çerçevesinde çizilen sosyal standartlar halinde özerk bir hayat sürmelerini sağlayacak kurumlara erişmekten sistematik olarak alıkonulmaları” olarak ifade ettiği toplumsal dışlanma kavramıyla açıklar.

Toplumsal dışlanma süreci hırsızlık, fuhuş, uyuşturucu trafiği gibi suç ekonomisini de beraberinde getirir. Van Kempen’in belirttiği gibi, yüksek gelirli profesyonel yöneticiler ile geçici, kayıtdışı istihdam edilenler arasında giderek artan toplumsal kutuplaşma, toplumsal tabakalaşma örüntülerini de değiştirir.

Bu çerçevede, orta gelir grubu giderek azalırken, kentlerde kutuplaşma da artmış olur. Ayrıca bu süreçte, geçici süreli istihdam edilen işçiler sadece “yedek işgücü ordusu” olarak kullanılmaz fakat aynı zamanda, düzenli çalışan işgücünün düzensiz işçi statüsüne geçirilmesi tehdidiyle, “grev kırıcı güç” olarak da kullanılırlar. Bauman bu sürecin sonunda, artık “yedek işgücü ordusu” da değil fakat kentsel işgücü pazarından “kalıcı olarak yerinden edilmiş yeni bir kentsel yoksulluk olgusunun ortaya çıktığını belirtir.

Kent yoksulluğu kavramı üzerinde bir görüş birliği olmamasına karşın, ekonomik ve antropolojik olmak üzere birbirini tamamlayıcı iki yaklaşım biçimi vardır. Geleneksel ekonomik temelli yaklaşım, yoksul grupları ortak bir maddi refah endeksi altında kategorileştirmeye karşı çıkar. Yaşam beklentisi, bebek ölümleri, beslenme, gıdaya harcanan bütçenin hane halkı toplam bütçesine oranı, okuryazarlık, okullaşma oranları, sağlık klinikleri ya da içme suyuna erişimi, gibi bir dizi sosyal göstergeleri içeren gelir ya da tüketim örüntülerini kullanır. Antropolojik yaklaşım ise, üçüncü dünya ülkelerinde yoksulluğun tanımının yerel düzeydeki değişimlerini ve maddi olmayan yoksunluk ve toplumsal farklılaşma dinamiklerini de göz önüne alarak yoksulluk tanımını genişletirler.

Dünya nüfusunun önemli bir bölümü kentlerde yaşamaktadır. Gelişmiş ülke nüfusunun büyük çoğunluğu kentlerde iken, gelişmekte olan ülkelerde kentleşme süreci halen devam etmektedir. 2001 yılında gelişmekte olan ülkelerinin nüfusunun %40’ı kentlerde yaşarken (UNCHS, 2001), 2010 yılında nüfusun %50’sinden fazlası kentlerde yaşamaktadır.

Kentlerde yaşayan nüfus her yıl yaklaşık 60 milyon artmakta ve 2050 yılında kentlerde yaşayan nüfus oranın %70’leri bulması öngörülmektedir. Bu artışın yarısını doğal nüfus artışı oluşturmaktadır. Kırdan kente bu demografik geçişin geniş kapsamlı sonuçları ortaya çıkmaktadır. Kentleşme, tarıma dayalı ekonomiden kitle endüstrisi, teknolojisi ve hizmeti yönünde bir değişim anlamına gelmektedir. Yüksek nüfus yoğunluğu, altyapı kamu harcamalarının maliyetlerini düşürmekte ve hizmetler daha ekonomik olarak uygulanabilir hale gelmekte, bilginin yayılma alanı genişlemekte ve bütün bu gelişmeler ekonomik büyümeyi körüklemektedir. Küreselleşmeyle birlikte kentleşme daha da hız kazanmakta, endüstri ve teknoloji dünyanın her yerine yayılmaya devam etmektedir.