Kırklareli, artık düşündüğümüzden daha geniş bir kitleye sahip. Akdeniz havzasında, önceleri göçebe bir yaşam süren halkların yerleşik düzene geçmeleri Batı uygarlığının başlangıcını temsil ederken, büyük kentlerin gelişmesi de, en iyi biçimde, uygarlığımızın modernliğinin başlangıcını simgelemiştir. İnsanlık, doğasından, hiçbir yerde, büyük kentlerin yaşam koşulları altında olduğundan daha fazla uzaklaşmadı. Çağdaş dünya, artık, Sumner'ın ilkel toplumu betimlediği gibi, geniş bir alana yayılmış, küçük, kendi içine kapalı topluluklardan oluşmuyor. Modern dönemdeki insanın yaşam biçiminin ayırt edici özelliği, uygarlık adını verdiğimiz düşünce ve uygulamaların doğrultusunda, daha küçük özeklerin oluşturduğu kümeler çevresindeki büyük yerlerde yoğunlaşmasıdır.

Çağdaş dünya için kullanılabilen "kentlileşmenin derecesi, tam olarak ve geçerli bir biçimde, kentlerde yaşayan toplam nüfusun oranı ile ölçülemez. Kentlerin, toplumsal yaşam ya da insan üzerindeki etkileri, kentli nüfusun oranının göstereceği etkiden daha büyüktür. Kent yalnızca, günümüz insanına daha büyük bir oranda iş ve yerleşim olanakları sunan bir yer değildir, aynı zamanda dünyanın en uzak yerlerini kendine çeken, türlü bölgeleri, insanları ve etkinlikleri bir düzene göre biçimlendiren, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamın öncüsü ve denetleyicisi konumunda olan bir merkezdir.

Kentlerin büyümesi ve dünyanın kentleşmesi modern zamanların en önemli olgularından birisidir. Yaklaşık 1 milyar 800 milyon olarak kestirilen toplam dünya nüfusunun ne kadarının kentsel nüfus olduğunu kesin olarak belirlemek olanaklı olmasa da, kentsel ve kırsal bölgeler ayrımı yapılan ülkelerdeki toplam nüfusun % 69,2’sinin kentlerde yaşadığı söylenebilir. Bunun da ötesinde, dünya nüfusunun çok dengesiz bir biçimde dağılmış olduğu ve sanayileşmeye yeni geçen kimi ülkelerdeki kentlerin çok fazla gelişememiş olduğu olguları göz önünde bulundurulduğunda, bu oranın, sanayi devriminin etkilerinin eskiden beri yaşandığı ve daha güçlü olduğu ülkelerde kentsel yoğunluğun ne ölçüde geliştiğini yeterince yansıtmamakta olduğu ortaya çıkacaktır.

ABD ve Japonya gibi sanayileşmiş yerlerde, kırsal toplumdan kentsel topluma geçişin tek bir kuşak içinde gerçekleşmesi, toplumsal yaşamın tüm yönlerinde kökten değişimleri de beraberinde getirmiştir. Toplumbilimcileri kırsal ve kentsel yaşam biçimlerinin aralarındaki farklar üzerinde çalışmaya iten de bu değişiklikler ve doğurduğu sonuçlardır. Söz konusu amacın izlenmesi, insan doğasında ve toplum düzeninde süregelen değişiklikleri anlayabilmek için en çok sözü edilen yaklaşımlardan birini ortaya koyabileceğinden, toplumsal yaşamın en önemli güncel sorunlarından kimilerinin anlaşılması ve üstlerinde denelim kurulabilmesi için zorunlu bir ön gereksinimdir.

Kent, birdenbire ortaya çıkmayıp bir gelişme sürecinin ürünü olduğundan, yaşam biçimi üzerindeki etkilerinde, daha önceki topluluklara egemen olan yaşam biçiminin görmezden gelinemeyeceği düşünülmektedir. Bu yüzden, farklı derecelerde de olsa, toplumsal yaşamımız, temel yerleşme biçimi tarıma, tımara ve köye dayanan daha eski toplumların izlerini taşır. Söz konusu tarihsel etkiye, eski yaşam biçiminin izlerinin hâlâ egemen olduğu kırsal bölgelerden insanların kente göç etmesi de katkıda bulunur. Bu yüzden, kentsel ve kırsal kişilik tipleri arasında kesin ve farklı dönüşümler bulmayı beklememeliyiz. Kent ve köy, söz konusu yerlerdeki insan yerleşmelerinin kendini düzenleme eğilimlerine göre, iki ayrı kutup olarak değerlendirilebilir.

Kentin, uygarlığımızda önemli bir yeri olmasına karşın, kentlileşmenin doğasına ve kentleşme sürecine ilişkin bilgilerimiz yetersizdir. Bugüne değin kentsel yaşamın belirgin özelliklerini ortaya koymak için pek çok girişimde bulunuldu. Coğrafyacılar, tarihçiler, iktisatçılar ve siyaset bilimcileri, kendi disiplinlerinin bakış açılarına göre değişen türlü tanımlar kullandılar. Söz konusu tanımların yerini alma amacını taşımaksızın, kente toplumbilimsel açıdan yaklaşmak, insan toplumunun özel bir biçimi olarak kentin belirgin niteliklerini ortaya koyarak, bu tanımlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi vurgulamaya yarayabilir. Kentin toplumbilimsel açıdan anlamlı bir tanımını ortaya koymak, insanın grup yaşamının farklı bir biçimini simgeleyen kentlileşmenin özelliklerinin neler olduğunun belirlenmesine yarayabilir. Herhangi bir topluluğu yalnızca büyüklük açısından ele alarak kentsel olarak nitelemek oldukça keyfi olacaktır.

Yerleşim yerlerinde yaşayanların sayısının kentlileşmenin bir ölçütü olarak kabul edilmesinden kaynaklanan eksiklikler, çoğunlukla, nüfus yoğunluğu için de geçerlidir. İstersek, Mark Jefferson’un önerdiği gibi 1 mil karedeki nüfus yoğunluğunu 10.000 olarak alalım ya da Wilcox’un kentsel yerleşmeler için önerdiği ölçüt olan 1.000'i kabul edelim, nüfus yoğunluğunun belirgin toplumsal niteliklerle bağlantısı kurulmadığı sürece bu ölçüt kentsel toplulukları kırsal topluluklardan ayırt etmede bize nesnel bir temel oluşturamaz. Nüfus sayımlarımız, bir bölgenin gündüz değil gece nüfusunu dikkate aldığından, kentsel yaşamın en yoğun olduğu yer -kent merkezi- genellikle düşük nüfus yoğunluğuna sahip olarak görünür; eğer nüfus yoğunluğu gerçekten kentleşmenin bir göstergesi olarak edilseydi, kentsel toplumu belirleyen en önemli ekonomik etkinliklerinin bulunduğu sanayi ve ticaret bölgeleri gerçekten kentsel olarak değerlendirilemeyeceklerdi.