Kırklareli’nin gelişmekte olan bir kent olduğunu hepimiz biliyoruz. Kentlerin insan yaşamını etkilediğini de. Peki süregelen tarih boyunca kentler insanları, insanlar kentleri nasıl değiştirdi sizce?

Kentler ilk doğuşlarından bugüne kadar bilgi, güç, zenginlik ve kontrol yani tüm kaynakların toplanma merkezi olmuşlardır. Antik kentler Childe’ın da bahsettiği gibi uygarlıkların beşiği olarak kabul edilmişlerdir. Kentleşme Sjoberg’in de ileri sürdüğü gibi emeğin uzmanlaşması ve toplumsal görevlerin karşılıklı bağımlılığının artması dolayısıyla farklı işlevlerin ayrışması sonucunda gelişmiştir. Genel kanının aksine Ortaçağ, kentlerin ticari canlanmada oynadığı rol açısından oldukça önemli bir dönemdir. 1780-1880 arası dönemde Sanayi Devrimi büyük şehirlerin artışında öneme sahip olmuş; yeni bir dönem başlatmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte kentler fabrikalarla birlikte üretim merkezi haline gelmişlerdir. Bunun yanında farkları belirginleşmiş; işçi sınıfı doğmuştur. Bu farklar kent mekânına sosyal eşitsizlik, mekânsal eşitsizlik, işçi sınıfı mahalleleri şeklinde yansımıştır.

Bir kentsel çevre ya da kentsel yığılma, kentlerin ortaya çıkmasının ve ardından gelen kentleşme süreçlerinin sonucudur. Tarihte kentleşmenin kökleri yaklaşık 10.000 yıl kadar geri gitmektedir. Erken dönem Antik kentler Orta Doğu’da (Mezopotamya, Mısır) yaklaşık 6000 yıl önce, Hindistan’da İndus Vadisi, Çin’de, Girit şehirlerinin Minos uygarlığında yaklaşık 4000 yıl kadar önce ve Meksika’da yaklaşık 2300 yıl öncesinde bulunabilir.

Bu yerleşkelerdeki nüfus görece günümüz standartlarına göre az olsa da Mohenjo-Daro, İndus Vadisi’nde yaşanların nüfusu 20.000’e yaklaşmıştır. Kent tarihçisi Lewis Mumford ilk insan yerleşimlerinin ölü kentleri ya da Thanatopolis olduğunu belirtmiştir Antik kentler iyi tanımlanmış politik imparatorluklar içinde kilit noktalar olarak tarihte yer aldılar. Babil, Atina, Roma, Mexico City, Pekin vb. gibi merkezi komuta şehirleri vardı.

Diğer şehirler, kara veya su yolları aracılığıyla merkeze bağlıydı. Şehirlerin bilgi, güç, zenginlik ve kontrol gibi tüm kaynakların toplanma merkezi olmaları onların en önemli ortak yapısal özellikleriydi. Devlet, din, uygarlık, aile ve ülke kavramları şehir kavramı ile iç içeydi. Polis (Antik Yunan şehir devleti), özünde bir kentin egemenlik alanıyla tanımlanan bir yönetim şeklidir. Civis (kent sakini) ise ‘kent hayatı’ ve ‘iyi bir hayat’ için kentlerde yaşayan kentli yurttaştı. Antik kentler ibadet amaçlı tapınaklar, ticaret amaçlı pazar meydanları ve eğlence amaçlı tiyatrolardan oluşan kamusal mekânlarla tanımlanabilir. Ayrıca, antik kentler iç kalenin etrafını saran surlarla çevrelenmiştir.

Antik kentlerin çoğu sağlıksız barınma koşullarıyla uğraşmaktaydı. Bu yüzden yüksek düzeyde bir güvencesizlik yaşanmaktaydı. Ancak Gideon Sjoberg’e göre, bu şehirler özellikle kendi hinterlandında aynı zamanda güç alanlarıydı. Sürekli savaş tehditlerine karşı kendilerini güçlü sağlamlaştırma sistemleri ile korunmaktaydılar. Aynı zamanda ticaret ve değiş tokuş yeri olmuşlar ve belli bir düzeyde iş bölümü ve görece karmaşık iş ve işlevsel düzenleme özelliği göstermişlerdir. Bu şehirlerin aynı zamanda temsil edici bir işlevi vardı.

Ayırt edici bir grup semboller ve mekân modelleri kullanılarak inşa edilen yerlerdi. Böylece, örneğin antik Babil’deki Ur kentinde cennetler ve şehir arasındaki geometrik ilişkileri yöneten kozmolojik kodlar kullanılmıştır. Bu dini kodlar da kutsal ve dünyevi mekânları belirlemiştir. Atina gibi klasik kentler de kozmolojik kodlara göre inşa edilmiştir. Şehir Tanrıça Athena’yı onurlandırmak için inşa edilmiştir. Temelde bir daire şeklindedir.

Dairenin merkezinde topluluğun ve dünyanın merkezi agora vardır. Sokaklar merkezden yayılan bir ışınsal/radyal ağ olarak düzenlenmiştir. Bu düzenleme temelde pazara kolay erişim gibi ekonomik kaygılar tarafından değil, tüm evlere eşit mesafede olması gerekliliğine dayanan politik ilke tarafından belirlenmiştir. Tüm Atinalı yurttaşlar (yabancılar, köleler ve kadınlar hariç) eşit olarak kabul edilmekteydi. Şehir merkezinde vatandaşlar için toplantı salonu, belediye meclisi ve meclis salonu yer almaktaydı. Klasik Roma askeri gücü simgeliyor ve temsil ediyordu. Cumhuriyetçi fikirler Antik Yunanistan’dan ödünç alınmıştı. Şehir merkezine forum denmekteydi. Yükseliş döneminde, bir milyondan fazla sakin Roma’da yaşıyordu.

Roma’da bir tatlı su taşıma sistemi ve kamu yolları geliştirilmişti. Yine de yoksul ve zengin mahalleler arasındaki kutuplaşma fark edilir ölçüdedir. Merkezin dışında kalan yerleşim bölgeleri sosyal sınıflara göre bölünmüştü. Zamanla bu, çöküş ve aylaklık mekânı olarak nitelendirilmiş (bir yıl içinde 159 gün resmi tatil olarak ilan edildi) bir yer olarak tanındı. Kentin gereksinimi olan su ve ücretsiz ekmek gibi kaynaklar kırsal alandan sağlanmıştır. Bu durum ormansızlaşma ve toprağın aşırı kullanımıyla sonuçlanan tarımsal arazi talebini arttırmıştır. Refah, temelde sadece elitler ve elit soyundan gelen vatandaş için mevcuttu. Patrici sınıfı, plebler karşısında kalıtsal bir grup olarak Roma’da iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Hane halkı tüketimi için gerekli eşyaları, ücretli emeği üreten küçük esnaf/zanaatkâr sınıfı yoktu ve çoğunluk politik ve ekonomik hayata katılımın dışında tutulan köle emeği tarafından yapılırdı. Mutlaki krallık veya hanedan yasaları Roma şehrine hâkimdi.