Kırklareli’nin en sevdiğim özelliklerinden biri her bir olayda kadının emeğinin geçmesidir. Kalkınma yaklaşımlarının cinsiyet körlüğü konusundaki ilk ve en önemli çıkışın 1965’te ve daha sonra 1970’te yazdığı kitaplarla Esther Boserup tarafından yapıldığı kabul edilir. Boserup modernleşme ile birlikte tarımda ve diğer alanlarda verimlilik artışları yaşandığını; teknoloji ve makine kullanımının bu süreçte erkeklerin kontrolüne geçmesiyle kadının ikincil konuma itildiği geleneksel işbölümünün oluştuğunu ileri sürer.

Buna göre, toplum içinde verimli olabilecek kadın nüfus marjinalize edilmiş, ekonomiler bu insan kaynağının katkısından yoksun kalarak, ulaşabilecekleri refah düzeylerinin gerisinde kalmıştır. Öyle ise, topyekûn bir kalkınma için kadınları ekonomiye dâhil edecek politikalar geliştirilmeli, onların ekonomik ve toplumsal konumlarını iyileştirecek politikalar üretilmelidir. Çizilen bu çerçeve gelişmiş ülkeler ve BM gibi uluslararası kurumlarda çok rağbet görmüş ve “Kalkınma içinde Kadın” (Women in Development – WID) adını almıştır.

Modernleşme kuramının eleştirisine dayanan ve liberal çevrelerde benimsenen bu yaklaşım uluslararası düzeyde kurumsal yapılarda ve ekonomi politikalarında belli duyarlılıklara yol açmıştır. Kadın ve Kalkınma (Women and Development-WAD), kadınların modernleşme ve kapitalist ekonomik sistemin içine çekilmesini savunan WID’in aksine, kadınların eşitsiz ve ikincil konumunun nedenlerinden ikisinin modernizmin ve kapitalizmin kendisi olduğunu ileri süren bir yaklaşımdır.

Kapitalizmin sistematik olarak eşitsizlik, hiyerarşi ve sömürü ilişkileri ürettiği düşüncesini temel alan “Bağımlılık kuramı”ndan ve “Marksist kuram”dan kadın erkek eşitsizliklerinin boyutlarını ve derinliğini açıklayabilmek için destek alır. Bu yaklaşımları toplumsal cinsiyete duyarlı analiz ve politika önerileri sunmadıkları gerekçesiyle eleştirirse de, bu yaklaşımlarla toplumsal cinsiyete duyarlı bakış açısını harmanlayarak kadın erkek eşitsizliğinin nedenlerini ortaya koymaya, bunun ekonomiyle bağlantısını kurmaya ve eşitsizlikleri yok edebilmek için politika üretmeye çalışır.

Üretim süreçlerini tarihsel maddeci bakış açısıyla ve toplumsal cinsiyet perspektifi ile analiz eder. Sosyalist feminizm olarak da adlandırılan bu yaklaşımın temel çıkış noktalarından biri kadınların üretim ve yeniden üretim süreçlerindeki konumları nedeniyle hem yerel hem de uluslararası kapitalist ilişkilerde taşıdıkları, ancak geleneksel Marksist kuramda gözden kaçırılan, önemli işlevleridir.

Kadınların bedenlerinin ve emeklerinin hane içinde ve dışında erkekler tarafından sistematik olarak sömürüldüğü sisteme patriyarka (ataerkil) diyoruz. Bu sömürü, kapitalist sistemin temel yapı taşı olan sermaye sahipleri ve işçiler arasındaki işçiler aleyhine sınıfsal sömürü düzenini de besler. Kadınlar bir yandan hane içinde bakım ve üretim faaliyetlerini yerine getirirken, bunu çoğunlukla karşılıksız sevgi ilişkileri çervesinde gerçekleştirir. Bu nedenle, bu faaliyetler ekonomik faaliyet olarak değerlendirilmez. Oysa, bu üretim faaliyeti işçilere ödenen maaşların düşük tutulabilmesini ve onların yeniden üretiminin -yani, bakım alıp yeniden işlerinin başına dönebilmelerinin- işverenlere bir maliyeti olmamasını sağlamaktadır.

Sosyalist feminist yaklaşım hane içi eşitsiz güç ve bölüşüm ilişkilerinin kapitalizmle ilişkisini açıklamakla kalmamış, ayrıca, dünya ekonomisinde sömürgeciliğin ve sermaye birikimi süreçlerinin, başka bir ifade ile, gelişmiş ülke ve gelişmekte olan/az gelişmiş ülke konumlarının şiddet yoluyla, ataerkil sistemin de desteği ile gerçekleştiğini savunmuştur.

Sanayi ürünlerinin satılıp yerine hammadde alındığı, köle emeğine dayanan sömürgeci işbölümünde kadınlar ya ucuz emek olarak plantasyonlarda çalıştırılmış ya da ev kadını olarak evlerde tutulmuştur. Bu bağımlılık ilişkisinin ileri sanayi ve teknoloji ürünlerinin yarı-mamul ve hammadde ile ticaretine evrildiği 1970 sonrası dünya düzeninde de, kadınların gelişmekte olan ülkelerde ucuz işgücü olarak ihracata dönük üretimlere çekildiği tespit edilmektedir. Bu nedenle, kadınların kurtuluşunun kapitalist sistemin iyileştirilmesiyle değil, topyekûn ezme ve ezilme ilişkilerinin yok edilmesiyle gerçekleşebileceği savunulur.

Bu yaklaşımın öncülerinden çevre aktivisti Vandana Shiva erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü ile onların çevre üzerindeki tahakkümü arasındaki benzerliğe dikkat çekmiş; Batı felsefesi ve kalkınma modelinin eril, kadınları dışlayan yapısını ortaya koymuştur.