Kırklareli’de bazı arkadaşlarımla İslam Felsefesi üzerine çalışmalar yapmaya başladık. Tarihî bir olgu olarak bakıldığında, öncelikle ifade edilmesi gereken husus, İslâm dünyasının, adına felsefe (ilerleyen zamanlarda eş anlamlı olarak hikmet kavramı da kullanılmıştır) denilen alanla tanışmasının, VIII. yüzyılın ortalarından itibaren Bağdat merkezli olarak sistematik bir hal alan tercüme hareketi yoluyla olduğudur. Siyasî, sosyal ve entelektüel pek çok sâikin yön verdiği bu tercüme hareketi sayesinde Antik ve Helenistik dönemde Akdeniz havzasında üretilen felsefe ve bilim mirası, ya doğrudan Grekçe asıllarından ya da VI-VII. yüzyıllarda kısmen çevrildikleri Süryânîce aracı metinler yoluyla Arapça’ya tercüme edilmeye başlanmış ve bu tercüme faaliyeti yoğunluğu azalsa da derinliği artarak yaklaşık iki yüzyıl boyunca devam etmiştir.
Bu noktada üzerinde durulması gereken bir başka nokta da tercüme hareketi yoluyla Arapça’ya tercüme edilen felsefenin mahiyetidir. Antik dünyanın iki büyük sistem kurucu filozofu Eflâtun ve Aristoteles’in felsefelerini, Plotinus’un öncülük ettiği ve bugün “Yeni Eflâtunculuk” adıyla anılan felsefî yaklaşımın mensupları tarafından uzlaştırma çabaları, İslâm dünyasına aktarılan felsefenin temel karakterini oluşturmaktadır. Temel metafizik ilkeleri itibariyle birbiriyle uzlaştırılamaz mahiyetteki Eflâtun ve Aristoteles’in felsefî sistemleri, Helenistik ve Geç Antik dönemin siyasî, sosyal ve dinî atmosferiyle uyumlu bir tarzda, aynı hakikatin farklı görünümleri olarak algılanmaya başlanmış ve felsefe eğitimi bu iki büyük üstadın eserlerinin aynı müfredat içinde okunmasını mümkün kılacak şekilde yeniden düzenlenmiştir.
Bu uzlaştırmanın bir başka yansıması, felsefî faaliyetin esas itibariyle bu iki filozofun eserlerinin şerh edilmesi yoluyla gerçekleştirilmeye başlanmasında kendisini göstermektedir. Bir Aristotelesçi olan İskender Afrodîsî’nin Aristoteles’in eserleri arasındaki uyuşmazlıkların üstesinden gelmek üzere kaleme aldığı şerhlerin ardından, Atina ve İskenderiye’de yoğunlaşan Yeni Eflâtuncu filozoflar, Eflâtun ve Aristoteles’in sistemlerini uzlaştırmaya yönelmiş ve bu uğurda büyük bir şerh literatürü oluşturmuşlardır. Eflâtuncu bir gözle Aristoteles’i yorumlayan bu şerhlerin oluşturduğu felsefe tasavvuru, İslâm dünyasına aktarılan felsefî birikimin de temel özelliğini oluşturmaktadır.
Genellikle İslâm felsefesini dair modern tarih yazımı, Yeni Eflâtuncu felsefenin İslâm dünyası üzerindeki etkisini, bu uzlaştırma çabasının neticesinde yanlışlıkla Aristoteles’e nispet edilen ve tercüme hareketinin erken bir döneminde Arapça’ya kazandırılan iki meşhur Yeni Eflâtuncu metnin etkisi daha sınırlamaktadır: Plotinus’unEnneadlar’ının IV-VI. bölümlerinden uyarlanan Aristoteles’in Teolojisi (EsûlûcyâAristûtâlîs) ile Yeni Eflâtuncu bir filozof olan Proclus’un Teolojinin Unsurları adlı kitabından hareketle oluşturulan Aristoteles’in Sırf İyiye Dair Açıklaması Hakkındaki Kitap (Kitâbü’l-Îzâh li-Aristûtâlîsfi’l-hayri’l-mahz). Ancak Yeni Eflâtuncu şerhlerin yekünü ve bunların önemli bir kısmının tercüme hareketi sonucu Arapça’ya aktarıldığı dikkate alındığında, İslâm dünyasının tevarüs ettiği felsefe tasavvurunda sahte Aristoteles’e ait bu iki eserin etkisinin görece daha az olduğu görülecektir.
Aristotelesçilik ile Eflâtunculuk arasındaki çizgiyi gittikçe belirsizleştiren söz konusu Yeni Eflâtuncu şerh geleneğinin yol açtığı felsefe tasavvurunun “uzlaştırmacı” karakteri kadar önemli olan bir başka nokta da özellikle V.-VI. yüzyıllarda İskenderiye merkezli olarak geliştirilen, felsefî eserlerin nasıl okunması/incelenmesi gerektiğine dair “çerçeve”dir. İskenderiye’deki filozoflar Aristoteles’in eserlerine dair her eser bir araştırma sahasına tekabül edecek şekilde kapsamlı bir tasnif şeması geliştirmişler ve bu sürecin sonucunda, Aristoteles’in eserlerinin tasnifi, tüm bilimlerin bir tasnifi haline gelmiştir. Öncelikli olarak tasvirî ve öğretime yönelik bir işleve sahip olan bu şema, daha sonra ontolojik gerçekliği yansıttığı düşüncesiyle normatif bir değer kazanmış, yani dış dünyanın sahip olduğu yapı ile bilimler arasında tam tekabüliyet olduğu varsayılmıştır.
Bu tasnife göre Aristoteles’in Organon’u (yani Retorik ve Poetik’i de kapsayan mantık eserleri ile Porfiryus’unEisagoge isimli Kategoriler için kaleme aldığı önsöz) felsefenin âleti/aracı olarak mantık hakkındaki temel dokuz kitabı oluşturmuştur.
İslâm fetihleri sonucunda müslümanların hâkimiyetine giren İran’dan Mısır’a uzanan kadim medeniyet havzasında, o dönemde canlı bir felsefî faaliyetin varlığından söz etmek mümkün değilse de VIII. yüzyılın başlarından itibaren İslâm toplumunun içinden geçmekte olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik gelişmelere paralel olarak başta Mu‘tezile elinde sistematik bir görünüm kazanan kelâm olmak üzere din ve dil ilimlerinin teşekkül sürecinin son derece hareketli bir entelektüel ortam oluşturduğu söylenebilir