Kırklareli Üniversitesi’nde okurken en sevdiğim derslerden biri felsefeydi. Bu sebeple felsefeye olan yatkınlığım aslında sosyolojiden daha önde geliyor. Modern Dönem filozoflarının ontolojiden epistemolojiye geçişlerini anlamak için Modern Dönem’deki bilim anlayışına kısaca bir göz atmalıyız. Skolastik felsefe, matematiğin evrenin anlaşılmasında etkisi olabileceğini reddetmiyorsa da Aristoteles’in metafizik anlayışı çerçevesinde belirlenen evren görüşünün dışına çıkmayı kendi otoritesini sarsmak olarak değerlendiriyordu. Buna karşın, otoriter sınırların bilimsel keşifler ve bunlara paralel olarak meydana gelen coğrafi keşiflerce zorlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sınırların farklı olmasına bir örnek olarak modernleşme sürecini skolastik felsefeden keskin bir biçimde ayırmanın yanlış olduğu artık bilinse de skolastik felsefede kullanılmayan matematiğin 16. yüzyılda kullanılmasını verebiliriz.
Aslında matematiğin kullanılmasının evrenin anlaşılması kadar maddenin yeniden dönüştürülmesi gibi birbiriyle alakalı ama aynı zamanda birbirinden farklı olan iki tarafı vardır. Bir yanda simya ile maddenin dönüştürülmesinde matematiğe başvurularak Pisagorcu yaklaşım tekrar canlandırılmak istenmiş, diğer yandaysa matematiğin kurallarıyla evrendeki gezegenlerin hareketleri anlaşılmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır. Özellikle ikinci tarafın matematik anlayışında, genellikle olduğu gibi, olması gereken olanı belirlemiş ve matematiksel uslamlamanın verdiği güven Aristoteles fiziğinin sağduyuya yakın olan açıklamalarına baskın çıkmıştır.
Aslında yeni gözlemler yapıldıkça matematiği kullanan bilim adamı ya da filozoflar yanlışlanmıştır. Ama bu durum, matematiğin yanlışlığını göstermiyor aksine başka bir teoriyle ama yine matematiksel bir biçimde düzeltilmesi olarak geri dönmüştür. Böylece birbirlerini reddeden değil, birbirlerini matematiksel yöntem üzerinden geliştiren bilim adamı ve filozoflar grubu hâkimiyet kazanmaya başlamıştır. İşte evreni, Rönesans’ta olduğu gibi ondaki gizil güçlerle değil de, niceliksel kesinlikte olan sebeplerle açıklayan bu görüşün sahipleri, mekanik bilim ve felsefe anlayışının temelini atmışlardır. Bu grubun önemli bir figürü olarak Galileo’nun eylemsizlik ilkesinin yeni bir madde anlayışının oluşturulmasındaki etkisini belirtmek gerekmektedir. Bilindiği üzere Aristoteles, maddenin hareketine gaye yüklüyordu. Hareket etme, bir yerden bir yere mesafe katetmeden ziyade belirli bir ereğe ulaşma olarak değerlendiriliyordu.
Bu nedenle fidandan ağaca doğru bir gelişim de hareket anlamına gelebiliyordu. Sonuçta belirli bir ereğe ulaşmayı arzulayan canlı maddenin davranış ve oluş biçimini ifade eden içten dışa doğru olan bir hareket söz konusuydu. Çünkü varlığın bütünlüğü olarak kozmos, hareket etmesiyle değil belirli bir gayeye göre eylemde bulunmasıyla yani mükemmel olana doğru çabalamasıyla, Aristoteles’in iyice olgunlaşmış Yunan düşüncesinde kozmos adını alabilmekteydi. Hâlbuki Galileo’nun eylemsizlik ilkesi, maddenin hareket etmesini ya da etmemesini içten dışa değil dıştan içe doğru olarak değerlendirerek maddeyi cansızlaştırır. Madde hareket hâlindeyse devamlı hareket edecektir ama duruyorsa bir başka madde ona çarpmadığı müddetçe durmaya da devam edecektir.
Maddenin doğal hâli eylemsizlik olmuş ve hareket, çarpma ile itmeye bağlı olarak mekanik bir biçimde açıklanmıştır. Böylece maddenin hareketi bir yerden bir başka yere sürüklenmesinden ibaret olmuştur. Hareketin maddenin özüyle ilgisi olmadığından maddenin değişiminden ve gelişiminden bahsetmenin de anlamı kalmamıştır. Dolayısıyla eylemsizlik ilkesiyle madde, gaye taşımayan mekanik ve cansız bir yapıya indirgenmiştir. Artık madde hareket etmekten ziyade hareket ettirilir ve bu nedenle maddenin nasıl hareket edeceğinin ve ettirileceğinin anlaşılmasında kullanılan matematik, mekanik bilimin temeli olmuştur. Söz konusu bilimsel yaklaşıma felsefi temel veren kişi Descartes olmuştur. Aslına bakılırsa Descartes, yeni bir filozof tipinin örneğidir. Onunla beraber göze çarpan değişiklik, önceki filozoflarda gözüken teoloji ve teleolojik ağırlıklı yaklaşımın mekanik temelli bilimsel yaklaşıma yerini bırakmasıdır. Artık aynı konular hakkında önceki filozofların görüşlerinin okunması ve tenkiti şeklinde işlenmesi bırakılır. Bu sebepten olsa gerek Descartes, geometriden optiğe kadar birçok alanda öncü olurken yeni bir yönteme ihtiyaç duymuştur. Çünkü eski felsefenin tekrarı değil, yeni bilimsel keşiflerde iş görecek bir yönteme ihtiyaç duyulmaktaydı.
Bu yöntem, kesinlik, açık ve seçiklik gibi kavramları içermesinden de anlaşılacağı üzere temelinde matematikseldi. Maddeye töz olarak uzamın yüklenmesi aslında maddenin düşünmenin istediği biçime yani açık ve seçik olmaya indirgenmesiyle oldukça ilgilidir. Söz konusu indirgemecilik, öznenin kendisini düşünen varlık olarak belirlemesinin yanında maddeyi res extensa adı altında sadece ölçülebilir olarak nitelendirmesine neden olmuştur.