Kırklareli Üniversitesi bu seneki mezunlarını yolcu etmeye hazır. Pek çok öğrenci zorlu yollardan geçtikleri eğitim döneminin ardından muhtemelen borçlarını ödemek için hemen iş arayışına girecekler. Ben de bugün sizlere eğitim ve ekonomi arasındaki ilişkiyi anlatacağım.

20. yüzyılda ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya nüfusunun okullaşma oranı çarpıcı bir şekilde artmıştır. İlköğretime katılımın dünya çapında oranı 1960’ta %69,2 iken 1995 yılında %87,8 oldu. Ortaöğretime katılım oranı aynı yıllarda sırasıyla %21 ve %54,4 olarak gerçekleşti. Yükseköğretim ise %3,1’den %18,9’a yükseldi.

İnsanların artan oranda örgün eğitime dahil olmalarının sebebi neydi? Ya da başka bir deyişle, ülkeler neden vatandaşlarını eğitime teşvik ediyorlardı? Bunun en ikna edici cevabı, ilköğretimden yükseköğretime doğru eğitim kademelerinde yükseldikçe emek gücüne katılım oranının artmasıdır. Ayrıca eğitim ile kazanç arasında olumlu bir ilişki vardır; eğitim derecesi arttıkça kazanç da artmaktadır. Eğitim kadın ve erkekleri emek gücüne katılıma teşvik ediyor ve emek gücü kaynağını geliştirerek ekonomik alanı besliyor.

Aileleri çocuklarının eğitimine yatırım yapmaya özendirici bu durum, daha fazla insanın eğitim almasıyla değişmeye başlıyor ve eğitim ile kazanç arasındaki olumlu ilişki azalıyor. Daha fazla insan okula gittikçe eğitimli insanların avantajlı olma durumları değişiyor. Diğer taraftan eğitime erişim oranı artmasına rağmen dünya çapında eşitsizliklerin oranı azalmıyor. Çok sayıda ailenin çocuğu eğitim sisteminin içinde tutunamıyor ve bir şekilde emek piyasasının parçası olsa bile ücret farklılığına maruz kalabiliyor. Bu noktada eğitim iş piyasasını daha eşitlikçi olmaya doğru dönüştürmekte yetersiz kalıyor. Eğitimin ekonomiye etkisi olduğu gibi ekonominin de eğitime etkisi vardır.

Ülkenin ekonomik olarak ne kadar güçlü olduğu eğitime yaptığı yatırımı belirlemektedir. Sanayileşmeyle artan ekonomik güç, Batılı devletlerin eğitimi kitleselleştirmesini sağlamıştır. Sanayinin gelişmesini sağlayan eğitim olmasa da ekonomik olarak güçlendikleri için eğitime daha fazla yatırım yapmışlardır. Bunun sonucu olarak eğitim özellikle mesleki eğitim alanında uzmanlaşmış ve ekonominin daha fazla gelişmesine etki etmiştir.

Eğitimin ekonomik gelişmede ve kalkınmada etkin bir unsur olması eğitim-öğretim sürecinin bir yatırım olarak görülmesine sebep olmuştur. Nasıl ki, sanayi, fiziki sermayeye yatırım yapmak ve bunu yönetmek zorundaysa beşeri sermayeye de yatırım yapmak ve verimliliğini değerlendirmek zorundadır. Beşeri sermaye, bilgi ve beceriye sahip insan gücüdür.

Eski ekonomistler tarafından salt tüketim harcaması olarak görülen eğitim, sağlık gibi harcamalar aslında beşeri sermaye yatırımlarıdır. Okula giden öğrencilere ya da çalışan işçinin eğitimine yapılan harcamalar doğrudan yatırım harcamalarıdır. İnsanların boş zamanlarının onların bilgi ve becerisini artıracak eğitim faaliyetlerine ayrılması insan kalitesini artıracağı gibi büyük ölçüde üretkenliği de artıracaktır. Beşeri sermayeye yapılan yatırım, işçi başına düşen kazancı artıracaktır. Aksi takdirde Schultz’a göre beşeri sermayenin olmadığı işletmede yoğun güç gerektiren kol emeği ve sefalet hüküm sürecektir. Nitekim Gelişmekte olan ülkelerde fiziki sermayeye yapılan yatırımın %8-9, beşeri sermayeye yapılan yatırımın ise %15-20 civarında getirisi olduğu görülmüştür. Eğitime yapılan yatırımın kişisel getirisi gelişmiş ülkelerde %9, gelişmekte olan ülkelerde ise %15 olarak ölçülmüştür.

20. yüzyılda Batılı ülkelerin ve özellikle ABD’nin ekonomik büyümesindeki çarpıcı artış sosyal bilimcileri ve iktisatçıları sebebini araştırmaya teşvik etmiştir. Bu artışın, “katma değerin” sebebi iki şekilde açıklandı. Teknoloji ve eğitim: Ekonomik büyümenin sebebi sanayide makineleşmenin ve otomasyonun ya da emek gücünün üretici niteliğinin artması olabilirdi. Beşeri sermaye görüşünün sahibi Schultz eğitim ile üretim ve büyüme arasındaki ilişkiyi eğitimin bazı işlevleriyle açıklar.

Beşeri sermaye görüşü emek gücünün üretici niteliğini nasıl arttırdığını eğitimin işlevlerine yoğunlaşarak açıklar. İnsan Sermayesi Kuramı69 ise ekonomik büyümeyi açıklamak üzere genel olarak yatırım standartlarını değerlendirir ve bunların içinde eğitimin yerini gösterir. Bu kuramın önde gelen temsilcisi Edward F. Denison70 “eğitim harcamalarının istihdam edilmiş kişi başına büyüme oranının önemli bir kısmını” açıkladığını öne sürdü.

Bu oranın 1909-1929 arasında %23, 1927-1957 arasında ise %42 olduğunu gösterdi. Bunun aksine istihdam edilmiş kişi başına sermaye artışı yükselmemiş, düşmüştü ve sırasıyla %29 ve %9 olarak ölçüldü. Denison hızlı fiziki sermaye artışının görüldüğü dönemde ekonomik büyümede eğitimin önemli bir rol oynadığını tespit etti. İnsan Sermayesi Kuramcılarının üzerine yoğunlaştığı diğer bir soru ise bu önemli rolün toplam gelir artışında ne kadar etkili olduğudur. Buna verilen cevap, eğitimin getirisinin fiziki sermayenin getirisine yakın olduğudur. Bu eğitim ekonomistleri eğitim düzeyinin artışıyla toplam üretim oranının da artacağını savunmuşlardır.