Uzun süredir Kırklareli halkı hakkında araştırmalar yapıyorum. Nedense bazı kişilerin, çoğunluğun üzerine çıkmamak için kendi fikrini söyleyemediğini düşündürüyor insanlar bana. Çoğulcu paradigmanın güç alanı, bireyler ve birey temelli grupların siyasal davranışları ve bu davranışların devletin karar verme süreçleri üzerindeki etkisidir.
Modern toplumlar her biri kendine özgü güç ilişkileri ile nitelenen çok sayıda alandan oluşur. Her biri özgün koşula sahip bu alanların tek bir kesim, kurum ya da grup tarafından kontrol edilmesi mümkün değildir. Temel varsayım, gücün toplumsal gruplar ve kurumlar arasında dengeli dağıldığıdır. Bireyler, farklı gruplar çerçevesinde bir araya gelmekte özgürdür.
Dahası bireyler, farklı sorunlar karşısında farklı gruplar içinde yer alarak ya da kendilerini ilgilendirmeyen durumlarda siyasal süreçlerin dışında kalarak, kentsel sorunlar karşısında farklı pozisyonlar alabilirler. Birey temelli grupların ön plana çıktığı kentsel ortamda, yerel yönetimler kendi başına bir güç ya da karar verici olmaktan çok, farklı gruplar arasındaki tartışma ve pazarlıklarda aracı konumundadır. Bir başka anlatımla, yerel yönetimler bu tür pazarlık süreçlerinin gerçekleşmesine izin veren bir platform olarak görülmelidir.
Tam da bu nedenle, yerel yönetimlerin en önemli boyutu toplumsal gruplardan gelen farklı taleplerin karar vericilere ulaşmasına izin veren temsiliyet kanallarıdır. Yerel yönetimlerin bu talepler sonucu uyguladığı politikalar zaman zaman belli gruplar yönünde dengesizlik yaratsa bile, uzun vadede diğer grupların baskısı sonucu durum dengelenecektir. Böylesi bir toplumsal örgütlenmede, iktidar mücadelesine doğrudan katılmayanların bile, her an harekete geçip sisteme tehdit oluşturabilecekleri gerekçesiyle dikkate alınacakları savlanmaktadır.
Gücün toplumun farklı kesimleri arasında dengeli dağıldığı bir durumda, devlet politikaları, gruplararası dengeyi gözeten “orta yolcu” ve kimseyi tümüyle kaybeden durumuna indirgemeyecek nitelikte olacaktır. Kentsel çıkarların çoklu yapısı belli bir kesimin devleti ele geçirmesini önleyen güç yapısını ortaya çıkartmaktadır.
Çoğulcu bir sistemde yerel yönetimlerin politikalarından doğan eşitsizlikler ortaya çıksa bile, bu eşitsizlikler birikimsel değildir. Bir birey, yerel yönetimlerin eğitim alanındaki politikalarından olumsuz etkilenebilir. Ancak bir başka alanda, örneğin kentsel dönüşüm alanında yerel yönetimlerin uyguladığı politikaların kazananları arasında olabilir. Bir birey ya da grup yerel siyaset sahnesinde önemli haline gelebilir, ancak bu durum söz konusu kesimlerin diğer alanlarda da başarılı olacağı anlamına gelmez.
Demokratik işleyişin en etkin biçimde gerçekleşmesi çok sayıda alandan doğan taleplerin en iyi biçimde temsil edilmesine olanak sağlamasına bağlıdır. Bu nedenle, istisnasız bütün çoğulcular merkezileşmiş devlete eleştirel bir duruş sergilerken, yerinden yönetimin kendi başına bir değer olduğunu savunurlar.
Bu tercihin en önemli nedeni, yerinden yönetimin katılıma olanak sağlayan çoklu kanallar açması ve böylece “demokratik despotizm”i, yani devletin belli bir grubun eline geçmesini önlemesidir. Bu tanımlamaların da gösterdiği gibi, tarihsel olarak, çoğulcu yaklaşım yerel yönetimlere ilişkin en yaygın bakış açısı, bir anlamda “resmi kuram ve ideoloji” olmuştur.
Yönetimci paradigma ise kendisine temel ilgi alanı olarak devlet aygıtı ve iç işleyiş mekanizmalarını alır ve bu yönüyle de, çoğulcu kuramın karşıtı olarak değerlendirilebilir. Çoğulcu yaklaşım devlete kendi başına bir güç atfetmezken; yönetimci paradigma devleti toplumsal gruplardan bağımsız bir güç kaynağı olarak görür. Devlet tarihsel olarak bir güç merkezi olarak belirir ve diğer toplumsal güçlerden kendini bağımsızlaştırır. Bürokratik otorite, ulusalsınırlar içinde yasal şiddetin tekelini elinde tutan güç ve merkezileşme sürecini destekleyen bir aktör olarak ortaya çıkmış ve ulus devletleşme sürecinde yerel birimler ve yönetimler merkezi yönetimler karşısında güç yitimine uğramışlardır.
Bu süreçte yerel yönetimlerin özerkliği azalmakla birlikte, bu durum üstlendikleri sorumlulukların azaldığı anlamına gelmemiştir. Devletin genişleyen sorumlulukları, yerel yönetimlerin üstlendikleri görevleri de artırmıştır. Yerel yönetimlerin üstlendikleri yeni işlevlere ilişkin olarak, yönetimci görüş içinde, birbiriyle belli ölçülerde çelişen iki açıklama biçimi ortaya çıkmıştır.
Birinci görüş, yerel yönetimleri merkezi yönetimin sorumluluklarını paylaşan ve yerelleştiren bir parçası olarak görüp, yerel ve merkezi yönetimler arasında işlevsel ve birbirini tamamlayan bir işbölümü olduğunu öne sürmektedir. Bu tamamlayıcılık sadece devletin işlevlerinin gerçekleştirilmesiyle sınırlı değildir. Yerel yönetimler aynı zamanda yerel düzeydeki toplumsal desteği merkezi düzeye taşıyıp, devlet seçkinlerinin kendilerine meşruluk kazandırmalarına da yardım etmektedir.
İkinci görüş ise, bu işlevselliği ve işbölümünün kaçınılmazlığını kabul etmekle birlikte, sürecin basit bir tamamlayıcılık ilişkisi olarak ele alınamayacağını, merkez ve yerel yönetimler arasında bu çerçevede, önemli çelişkiler ortaya çıktığını öne sürmektedir. Bu durum, bir yandan bürokrasi ile demokrasi arasındaki çelişkiyi ifade ederken, diğer yandan devletin içinde ortaya çıkan seçkinler arası çelişkiye işaret etmektedir.