Kırklareli’de sosyal sınıflar belli belirsiz olsa da varlığından söz etmek mümkün. Her cemiyetin, kamu, özel ve hususi idare kademelerini dolduran kâtipleri, hükümdarlara kanun metinlerini ve mücadele sanatını sunan müşavirleri, tabiatın sırlarını çözen ve insanlara hastalıkları yenmeyi veya savaş meydanlarında galip gelmeyi öğreten âlimleri, tek kelimeyle uzmanları olmuştur. Bu zümrenin hiçbiri çağdaş medeniyete has değildir
. Tarih boyunca hemen her toplumda, diğer tabakalaşma tarzlarının yanında bilgi, inanış ve yetenekçe genel halk katlarından ayrılmış bir zümre hep olmuştur. Günümüzde kısaca aydınlar denen bu zümreye değişik çağlarda ve toplumlarda farklı adlar verilmiştir. Pareto’nun “seçkin”leri, Weber’in ‘karizmatik lideri’, Osmanlı’nın ‘havas ve uleması’, Rusya’nın “entelijansiya”sı, Batı dünyasının “entelektüel”i, aynı kesimi ifade etmek için kullanılmıştır
En ilkel toplumlarda bile büyücülerin doğaüstü güce sahip olduğu kabul edilir ve bu kişiler fonksiyonel bir ayrıcalık sahibi olurlar. Uygarlığa geçiş aşamasında rahipler, tanrısal bir vergi olarak nitelendirilen yazıyı bilmeleri, astronomi ve astrolojiden anlamaları gibi özellikleriyle toplumun saygısını kazanmışlardır. Depolanan buğdayı gizemli işaretlerle kaydeden: yağmur mevsimini ve hasat zamanı sıcağının gelişini, hatta kuraklığı önceden gözleyip bildirebilenlere saygı gösterilmiştir. Bilim adamlarına seçkin bir yer vermek her toplumun kaçınılmaz rasyonel yanıdır. Çünkü rahat ve özgürce öğrenip öğrendiklerini uygulayabildikleri takdirde onlardan beklenen fayda elde edilebilir.
Ortaçağ toplumu bilginlerinden gökteki yıldızların hareketinin saptanması, hesap kitap, kayıt tutulması, yargı görevinin bilgece yerine getirilmesi gibi rasyonel görevler kadar, falcılık ve rüya yorumculuğu gibi bugün bize rasyonel görünmeyen, ama o çağda mutlak ihtiyaç duyulan hizmet talebinde de bulunuyordu. Bu talebin karşılanması için bilginlerin baskı altında olmamaları, hatta başkalarına yasak olan büyücülük ve ilm-i simya gibi işlerle de özgürce meşgul olabilmeleri ve düşündüklerini açıklayabilmeleri gerekliydi.
Bu nedenle ilimle uğraşanlar hemen hemen tüm toplumlarda ve her dönemde belli bir ayrıcalığa sahip olmuşlardır. Osmanlı devletinde de toplumunun en dokunulmaz, servet ve rütbeleriyle en çok güvence altında yaşayan sınıfı, ulema sınıfıdır. Ayrıca yüksek rütbeli bir ilmiye sınıfı üyesinin ya oğlu ya damadı bu meslekte kolayca yükseldiğinden bu yaşayışı kuşaklar boyu sürdürebiliyorlardı. Çok küçük yaşlarda rütbece yükselmeye başlayan bu beşik uleması takımını hepimiz biliriz. 1590-1660 arasında görev yapan 20 şeyhülislamın ancak 9'u, 1702-1750 arasında görev yapanların ancak 4'ü halktan gelen kimselerdir. Yüksek rütbeli ulemanın çoğunun babaları da dedeleri de ulema sınıfındandır. Osmanlı imparatorluğunun bütün hayatı boyunca, ilmiyeden olmayan birinin hele bu sınıfı denetleyecek veya özlük işlerine karışacak bir makama getirildiği görülmemiştir.
Osmanlı toplumunda aydın geleneği her zaman var olmuştur. Bu aydın tiplemeleri bazen Gramsci’nin ifadesiyle var olanı dönüştürerek veya dönüştürmeksizin nesilden nesile aktaran halk şairleri, din adamları, müderrisler kanalıyla ya da iktidara bağımlı bürokratik ulema ve kalem sınıfının temayüzünde gerçekleşmiştir. Osmanlı toplumundaki aydın sınıfının muhafazakâr ve yönetici özelliğinin ağır bastığını toplum ve siyasetin şekillenmesinde kurucu ve kurtarıcı bir özellikten yoksun olduğunu söyleyebiliriz. Modernleşme ile başlayan süreçte ise Osmanlı aydınında önemli bir işlev değişikliği görülmüştür: İktidarı değiştirmek adına kurucu ve yönetici bir rol kapmaya çalışmış ve bu mücadelesinde başarılı da olmuştur. Osmanlı aydınından erken Cumhuriyet dönemi aydınına tevarüs eden bu gelenek daha sert yansıma bularak halkın üzerinde imtiyazlı bir konum elde etmişlerdir. Düşünce ve eylemlerini halka rağmen halk için savunmuşlardır.
Cumhuriyet dönemi aydının halktan kopuk olmasının başlıca nedeni; Osmanlı aydınının iktidarla kurduğu ilişkide aramak gereklidir. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminin aydınları iktidarla birlikte var olmuşlar, iktidar içinde kalarak değişim ve ilerlemenin havariliğine soyunmuşlardır. Namık Kemal, Ziya Paşa dâhil olmak üzere bu aydınlar ya devlet memuru ya da askerdiler. İktidarın imkânlarından faydalanarak eğitim almışlar, yine iktidardan aldıkları yardımlarla yurt dışına gitmişler, muhalefetlerini sistem içinde kalarak yürütmüşler, güçlerini ve desteklerini yine iktidardan almışlardır. Cumhuriyet dönemi aydını daha da ileri giderek iktidarla gönüllü bir işbirliği kurarak iktidar aygıtları haline dönüşmüş, rejimin ideologluğuna soyunmuştu.
Aydın olmak ses ve söz sahibi olmayı gerektirir. Sadece uzmanlık alanıyla ilgili çalışan bunun dışında çevresine en küçük mesaj verme derdi taşımayan bir aydın tipi yoktur. Aydın, “bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini siyasi mücadele alanında kullanan kişi”dir. Aydın hakikatin bilincine sahip olduğu için “evrenselin sözcüsü” konumundadır. Aydın, hala hakikati görmemiş olanlara, hakikati söyleyen entelektüel vicdandır, bilinçtir, belagattir