Kırklareli, pek çok farklı dini inanışı içinde barındıran bir yer aslında. Genel olarak insan türüne özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler şeklinde tanımlanan kültür kavramı toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına almaktadır. Bu bağlamdan hareketle kültürün, toplumsal yaşamın bir ürünü olduğu, işlevinin de toplumsal pratikleri anlamlandırmak olduğu, kendisi de ancak toplumsal yaşamın başka yönleriyle ilişkisi içinde anlam kazandığı düşünülebilir. Öyle ki artık kültür, insanın düşünce, niyet ve amaçları doğrultusunda ve yine insan eliyle yaratılmış her şey için kullanılır.
Bireysel ve toplumsal edinimlerin bir bileşkesi olarak kültürün gerçekte ne olduğundan, onun günümüzde nasıl anlaşılması gerektiğine kadar pek çok soru felsefede, antropoloji ve sosyolojide bir dizi kuramsal ayrışmaya yol açmıştır. Kültür tartışmaları 18. yüzyılın düşünce ve inanç sorunlarından doğmuş, günümüze değin de değişik platformlarda tartışılmıştır.
Bu bağlamda kültür, tarihsicilikten mutlakçılığa kadar birçok açıdan ele alınmaya devam etmektedir. Başlangıçta sıkı bir tasarıma ve keskin sınırlara sahip olan kültür, giderek oldukça geniş bir alanda kullanılmaya başlamıştır. Günümüzde kültürlerin her zaman tutarlı, homojen, tek sesli ya da kendi içlerinde barışık olduklarından söz etmek artık zordur. Bunlar içkin olarak çok dilli, çatışık, değişebilir ve açıktırlar. Kültürler, ayrık ve çoğunca karşıtlık barındıran repertuvarlarının yeniden değerlendirildiği, dönüştürüldüğü, ihraç edildiği, sorgulandığı ve yeniden tanımlandığı daimi yeniden yazım ve dönüşüm süreçleri ile birlikte var olurlar.
Bu süreç, kültürel anlamların aktörler tarafından öğrenilmesi ve uygulanmasının ve kültürün düşünsel doğasının kendisinin içkin unsurlarından biri olduğu için kaçınılmazdır. İnsan kültürün içinde, izinde ve gölgesinde olup onun hem tüketicisi, hem yorumlayıcısı hem de değişiminin sağlayıcısıdır. Kültürün üreticisi de insandır. Kişisel ve toplumsal düzeydeki deneyim zenginliği de zaman içinde bu kültüre dâhil olur. Kültür, doğası gereği çeşitlilik arz eder.
Kültürün içeriksel zenginliği, yaşam tarzlarının çeşitliliğini yansıtır. Kültüre yapılan her müdahale, çok kere onun kendini toparlamasını, hatta kendi kendini yeniden inşa etmesini zorunlu kılar. O, tek biçimli ve a priori değildir; her biri çoğul anlamlar içeren, sürekli olarak yeniden yorumlanan hatta yeniden yapılandırılan faaliyetlerin, olayların ve yapıtların sürekli değişen çoğulluğudur.
Belli bir zaman diliminde oluşması, belirginliği ve kolaylıkla ideolojikleşebilen vurgusu, kültürün nötr bir kavram olarak ele alınmasını güçleştirir. Hem kişi hem de toplum belli bir kültürün içinde doğmakla kalmaz yanı sıra o kültürün koordinatları içinde kendini var eder. Kültürel gerçeklik de bireysel ve toplumsal deneyimlerin katkılarıyla her seferinde yeniden pekiştirilir. Kültürel farklılık ve ayrılıklar, bu varoluş ve pekiştirmelerle vücut bulur.
Bir başka açıdan bakıldığında da kültür bir yaşama desenidir ve onda bireysel ve toplumsal belleğe ilişkin donanımlar içkindir. Çünkü o, toplumsalın derin hafızasıdır. Gün yüzüne çıkarıldığı her seferinde sosyal yaşama ilişkin temsiller de açığa çıkar. Yine birey ve toplumun varoluşsal kimliği de kültürel bellek içinde anlam kazanır. Sonuçta kişi de toplum da kültürel sığınağın yarattığı güvenlik ortamındadır ve kuşkusuz bir huzur içindedir.
Çünkü kültür bir güvenlik alanıdır. Gerçi o, bir sığınak olduğu kadar bir kuşatma alanı olarak da görülür. Tanımı üzerinde bir evrenselliğe ulaşılması istense bile kültür, çoğu zaman bütünleştirici ve bir araya getirici olmaz. Modernleşme sürecinde gözlendiği gibi bazen de kültür bizi ayıran ve ayrımların sürdürülmesini sağlayan, hatta bu bağlamda çekişmeyi körükleyen bir faktör de olabilir.
Bu çelişik özellikleriyle kültür, bazen pekâlâ olumlu değerler içeren anlamlarıyla takdim edilirken bazen de olumsuz sayılabilir. Kültüre din üzerinden bakıldığında her zaman ilginç birtakım sonuçlarla karşılaşmak olasıdır. En başta kültürleşme faaliyeti dinin özündeki anlamı yeniden yapılandırması açısından önem kazanmaktadır. Dinin kültürel bir envanter ve hatta bir bakiye olarak tasavvuru, onun gündelik gerçeklik içindeki yerini dönüştürür. Dinin oldukça dinamik bünyesinin kültürel bir form kazanması kaçınılmazdır.
Ancak dini bir kültürel olgu olarak tanımlamak ondan beklenen rolleri yerine getirmesini imkânsız kılacaktır. Günümüzde toplum ve din ilişkileri ele alındığında, dinin toplumsal yapıda nasıl bir yer tuttuğu konusu önem kazanmaktadır. Dinin bir örf ve adetler kataloğu olarak takdimi her şeyden önce ondaki uhrevi/manevi özü devre dışı bırakmaktadır.