Kırklareli, diğer küçük illere göre ekonomik anlamda en iyi kentlerden biri. Ekonomik büyümenin ve toplumsal refahın ölçüm ve analizlerinde GSYH veya türevi göstergelerin yaygın bir biçimde kullanımı 1970’lerden itibaren gerek anaakım iktisat gerekse heterodoks iktisat yaklaşımlarınca ciddi ölçüde eleştirilmektedir. Birincisi, GSYH ve kişi başına GSYH gelirin dağılımı konusunda fikir vermemekte, alternatif gelir dağılımı göstergelerine ihtiyaç duyulmaktadır.
Ulusal hesaplar sisteminin (örneğin, buğday, otomobil üretimi veya bankacılık, eğitim, sağlık hizmetleri gibi) istatistikleri, piyasa için üretilen mal ve hizmetlerin o günkü piyasa değeri üzerinden hesaplanmasıyla elde edilir. Oysa, piyasada ticareti yapılmayan, dolayısıyla bir piyasa fiyatı olmayan ürün ve hizmetler bu büyüklüğün içine girmez. Örnek vermek gerekirse, neredeyse tamamı kadınlar tarafından gerçekleştirilen hane içi üretim ve bakım hizmetleri, kayıt dışı ekonomik faaliyetler, firmalar tarafından dışsallaştırıldığı için firma bilançolarına, dolayısıyla, resmî istatistik hesaplara yansımayan çevresel kirlilik ve etkiler ile gönüllülük temelinde yapılan faaliyetler ulusal gelir hesaplarında yer almaz.
Bu nedenle bir ülkede yaratılan değer çoğu zaman gerçekte olduğundan düşük hesaplanmış olur. Dolayısıyla, özellikle kadınlar ve hesaplara dâhil olamayan diğer faaliyetlerin sahipleri kaynakların dağılımından da hak ettikleri payı alamazlar. 1980’lerden itibaren o güne kadar kabul edilen kalkınma kavramı sorgulanmaya başlamış ve 1990’lar alternatif yaklaşımların tartışıldığı bir dönem olmuştur. Sadece bugünkü nesillerin değil, gelecek nesillerin de insanca yaşayacağı bir modelin, diğer bir deyişle, “sürdürülebilir kalkınma”nın nasıl olacağı; toplumsal/bireysel refah ve dirliğin o güne kadar kabul gördüğü şekliyle sadece maddi koşullarla değil, farklı boyutlarıyla yeniden tanımlanması gerektiği bu dönem iktisat yazınında ve uluslararası kuruluşlarca çokça tartışılmıştır.
Amartya Sen, maddi koşulları değil, insanı merkezine alan kalkınma yaklaşımını şöyle tanımlar: “Kalkınma süreci en azından, insanların bireysel ve kollektif olarak, bütün potansiyellerini açığa çıkaracak ve onların ihtiyaçları ve ilgileri ölçüsünde üretken ve yaratıcı yaşamlar sürmeleri şansını verecek uygun bir ortamı yaratmalıdır”
Feminist araştırmacılar 1970’lerden başlayarak anaakım iktisada, özel olarak da, gelişme iktisadına yaptıkları çalışmalarla önemli eleştiriler getirirler. Kapitalist modellerin kadınlar ve erkekler açısından farklı sonuçlarının göz ardı edildiğini, bizzat bu farklılıkların tanınması ve anlaşılması hâlinde ekonomi politikası tasarım ve uygulamalarının toplumları daha iyiye taşıma amacını gerçekleştirebileceğini savunurlar.
Bu konudaki farklı konum ve önerileri sonraki bölümde ele alacağız. Ancak 1980 sonrasının dış ticaret ve sermaye akımlarının serbestleşmesini esas alan neoliberal ekonomik sisteme farklı biçimlerde eklemlenen ülkelerde kadınlar ve erkekler açısından çok farklı eğilimler ve sonuçlar ortaya çıkmıştır. Daha ayrıntılı söylenecek olursa, neoliberal ekonomi politikaları ücretli ve ücretsiz emek alanlarında değişikliklere yol açmış; ücret düzeylerinin, mülkiyet sahipliğinin, teknoloji kullanımının kadınlar ve erkekler arasında farklılaşmasına neden olmuş; değişen kamu politikaları ve azalan kamu harcamaları kadınlar ve erkekleri farklı mekanizmalarla etkilemiş ve genellikle kadın erkek eşitsizliklerinin, kısa vadede ülkelere dış ticarette maliyet düşürücü rekabet avantajı yarattığı gözlenmiştir.
Elbette, farklı ülkeler, bu ülkelerin ürettiği ürünlere ve dünya ekonomisine eklemlenme biçimlerine bağlı olarak farklı sektör ve ekonomik kesimler için değişen eğilimler ve etkiler olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Dolayısıyla, ekonomik gelişmelerin toplumsal cinsiyet açısından sonuçları çok iyi değerlendirilmediği, kadınlar ve erkekler için etki ve politikalar dikkate alınmadığı sürece, sağlıklı bir ekonomiden ve toplumsal refah ve kalkınmadan söz etmek mümkün olamayacaktır.
Dünya ekonomisinin son 30 yılındaki gelişmelerin toplumsal cinsiyet açısından sonuçlarına ayrıntılı bakıldığında, öncelikle emek piyasalarında büyük değişimlerin olduğu görülür. Üretim sürecinin parçalara ayrılıp üretimin coğrafi ve mekânsal çeşitliliği arttıkça, işin doğası ve buna bağlı olarak iş sözleşmelerinin niteliği de değişmektedir.
Firmalar daha fazla oranda firma dışı kaynaklardan hizmet almaya yönelmekte, üretimin (veya projenin) bir kısmı alt işverenlere delege edilmektedir. Alt işverenlerin ana yükleniciye söz verdikleri mal ve hizmet üretimini belirli bir anlaşma çerçevesinde gerçekleştirdikleri bu üretim modelinde enformel, geçici ve kısmi zamanlı işler yaygınlaşmaktadır. Bu tip işlerin güvencesi ve sürekliliği azdır veya hiç yoktur.
Ücretler tam zamanlı formel işlere göre genellikle daha düşük, çalışma koşulları daha kötüdür. Küresel tedarik zincirleriyle birbirine bağlanan bu üretim süreci emek piyasasında da üretimin esnekliğinin bir sonucu olarak büyük hareketliliklere, iç ve dış göçlere, nitelikli işgücü talep eden sektörlerle diğerleri arasında büyük ücret uçurumlarına yol açmaktadır.