Kırklareli’de bazı insanlar dinin sosyal gerçeklikle olan ilişkisi üzerine farklı açıklamalarda bulunuyor. İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsanın fiziksel varlığına ilişkin kök arayışları nereye dayandırılırsa dayandırılsın onun toplumsal bir varlık olarak sahip olduğu gerçeklik hiçbir şekilde tartışma konusu edilememektedir. İnsanı Tanrı iradesinin tecellisi olarak gören yaklaşımlar kadar onun ortaya çıkışını aşkın bir iddiadan ısrarla uzak tutmaya çalışan evrimcipozitivist yaklaşımlar da sonuçta genelgeçer bir toplumsallığın her durumda ve koşulda geçerli olduğunu teslim ederler. İnsanın varlık dünyasında yerini alışı her şeyden önce onun kendi dışındaki türdeşleriyle birlikte ortaya koyduğu sistematiğe, üretim, verimlilik ve kültüre bağlı olarak değişkenlik kazanır.

İnsan hakkındaki bilgilerimizi götürebileceğimiz en derin tarihsel köklerde bile rahatlıkla ulaşılabilecek veriler, her şeyden önce bir toplumsallıkla karşı karşıya gelindiğini göstermektedir. İster yazı öncesi ister sonrası olsun her bir insan tekinin kendi türdeşleriyle birlikte ortaya koyduğu toplumsallıklar zayıf ya da güçlü özellikler taşımasına bakılmaksızın onu, yaşamını anlamlı kılan bir tecrübeyle buluşturmaktadır. İnsanın bireysel tercihleri, yönelim ve söylemleri bile öncelikle daha geniş bir spektrumda toplumsal gerçekliği hesaba katmayı gerektirmektedir. İnsanın toplumla olan ilişkisi her şeyden önce bir karşılıklılık esası üzerine kurulmuştur. Topluma, orada üretilen bilgi, zihniyet ve kültür dünyasına dâhil olan insan öncelikle burada hazır bulduğu bir evrene belli bir mesafe bilinci içinde katılarak kendi kişiliğini, kimlik ve siyasetini inşa etmektedir.

Toplumsal akışkanlığın kendi doğası içinde zenginleşen fikriyat, somut eylem dünyası içine katılan her bir insanı özneleşme sürecinde biçimlendirmekte, süreç içinde ortaya çıkabilecek türlü farklılaşmalara rağmen mevcut yapı, ona aidiyet ve mensubiyet duygusu üzerinden temel referans değerlerini kazandırmaktadır. İnsanın içinde kendine yaşama alanı bulduğu bu yapı, aileden mahalleye oradan da şehir ve devlete kadar uzanan geniş bir çerçevede onu başka aidiyetlerden, mensubiyet ve referanslardan ayıran kendine özgü niteliklerle biçimlenmektedir. Bir toplumun için(d)e doğmak, o toplumun belli başlı yapılarına katılmayı, kendi farkındalığını üretme sürecinde bu hazır sistematikle ilişkiye geçmeyi gerektirmektedir.

Toplumla aile, cemaat ya da başka ortaklıklar temelinde bir araya gelen insan, sonuçta belirlenmiş değer ve davranış örüntüleriyle kendine yeni bir yer bulmaktadır. Burada insanın mı toplumu yoksa toplumun mu insanı ortaya çıkarıp inşa ettiğine dair bir öncelik ve sonralık tartışmasına girmek anlamsızdır. Çünkü insan, hem içinde yaşadığı toplumun hasılasıdır hem de toplumun her bir üyesiyle birlikte ortaya koyduğu havsalanın biricik parçasıdır.

Hepimiz önceden tasarlanmış ve düzenlenmiş bir hayatın içinde kendimizi bulmaktayız. Fantastik çıkarımlar bir tarafa bırakılırsa insanın kendi başınalığına ya da yalnız yaşamanın ideal ve gerçekleştirilebilir bir tarzı olduğuna ilişkin hiçbir hayat tecrübesi sıra dışı bir iddiadan öteye geçemez ve bu iddianın bir makuliyet temelinden söz etmek mümkün değildir.

Varlık dünyasında kendimize açılan her yer aslında burada geliştirip tamamlanacak bir rol demetinin sınırlarını da belirler. Dinî açıklamalarda genellikle kader kavramıyla ifadelendirilen bu durum genel sosyoloji literatüründe doğanın ve gündelik hayatın yasalarına bir şekilde tabi olmak ya da mücadele etmek şeklinde ifadelendirilmektedir.

Katıldığımız hayat, bizim irademiz dikkate alınarak düzenlenmediği gibi biz de böyle bir beklenti içinde kendimizi kurgulamaya ihtiyaç duymayız. İçine doğduğumuz çevreyi bir sosyalleşme süreci olarak tanımlamak mümkündür. Farklı bileşenleriyle bu durum, siyasetten ekonomiye, dinden kültüre hemen her alanda yapılanmış bir dizi kurumsal pratiğiyle bizi verili bir düzeneğe davet etmektedir. İrade ve tercihlerimizle içine dâhil olduğumuz bu hayat sonuçta söz konusu düzenek etrafında kendimizi şekillendirme ya da mevcut sınırları zorlama çabasından başka bir şey değildir.

İçinde yaşadığımız dünya bir yanıyla doğayı, doğanın genelgeçer yasalarını içerirken bir yanıyla da diğer tüm varlıklarla arasına esaslı bir fark koymayı başaran insanın ilişki biçimlerini, duruş ve ikilemlerini yansıtır. Doğayı kontrol altına alma, ona hükmetme ve onu, tüm verimlilikleriyle birlikte insanlığın emrine amade kılma çabası söz konusu mücadelenin en tipik alanlarından biridir.

İnsanın doğayla kurduğu bu ilişki hiç kuşkusuz tek taraflı bir ilişkidir. İnsanın insanla kurduğu ilişkide ise artık tek taraflılık söz konusu değildir. Farklı iradeler, farklı tahayyüller, inanç ve arzular birbirleriyle kıyasıya yarış hâlindedirler. Rekabet her zaman bir çatışmaya yol açmaz: bazen de bu gerilim bir uzlaşmayla nihayet bulacaktır.