Kırklareli’de de pek çok genç Avrupa’ya gitmek istiyor. Gönüllü göçler kapsamında değerlendirilen, insanların daha iyi bir yaşam için, ekonomik nedenlerle yaşadıkları şehirleri ve ülkeleri değiştirmeleri sadece içinde yaşadığımız çağa ait bir olgu değildir.

Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik göçlerde önemli bir değişim yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’nın yeniden imarı için işgücü ithal ettikleri görmekteyiz. Bu göçlerin en önemli niteliği, devletlerin karşılıklı istekleri ve anlaşması sonucu bireylerin işgücü göçlerine dahil olmasıdır.

Çöken Avrupa’nın ayağa kaldırılması için liberal ekonomik politikaların bir uzantısı olarak teşvik edilen ve neredeyse kutsanan göçmenler, Avrupa’da ekonomik sıkıntıların baş göstermesiyle ilk öncelikli olarak “istenmeyen toplumsal grup” olarak görülmüştür. 1970’lerdeki petrol krizi ile başlayan dönem, Avrupa ülkelerinin göçmenlere bakışını değiştirmiş, işgücü göçü durdurulmuş, sonraki yıllarda da Avrupa’da göçmen sayısının azaltılması için geri dönüş teşvikleri, vizeler, çalışma zorlukları, oturum ve vatandaşlık işlemlerindeki prosedürler, aile birleşmelerine getirilen kısıtlamalar vb. uygulamalar ile göçmenlere yönelik pozitif algı ve politikalar, yavaş yavaş negatife doğru evrilmiştir. 1970’lerin ortalarından itibaren göçmenlere yönelik bakış açısı değişmiş, Soğuk Savaş sonrasında da “güvenlik” kavramının yeniden tanımlanmıştır.

Bu yeni yaklaşıma göre, insanodaklı, çevre, yoksulluk ve nüfus hareketleri gibi birçok konuyu içine alan, aslında göçü güvenlik sisteminin merkezine yerleştiren, “yeni” bir güvenlik anlayışı ortaya çıkmıştır. 1990’lardan itibaren ivme kazanan göçün güvenlikleştirilmesi, kalkınma ve güvenlik arasında güçlü bir bağ kurarak, “güvenliksiz kalkınma, kalkınmasız güvenlik olmaz” anlayışı üzerinde yükselmiştir.

Kalkınma ve göç arasında kurulan bağ, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki ayrım çerçevesinde incelenerek, gelişmiş ülkelerin aslında “kalkınma” yaklaşımlarıyla azgelişmiş toplumları yönetmeyi ve göçü kontrol altına almayı amaçladıkları biçiminde eleştirilmiştir. Duffield’e göre kalkınma, zengin ve fakir ülkeler arasındaki ekonomik uçurumu azaltmak ya da zengin ülkelerdeki sosyal güvenceyi fakir ülkelere yaymak gibi konularla ilgili olmaktan ziyade, “azgelişmişliğin” düzensiz göçmenler, sığınmacılar, ulus ötesi kayıt dışı ekonomiler ya da suç ağları gibi dolaşımla ilgili istikrar bozucu etkilerini kontrol etme ve yönetme işlevini yerine getiren bir güvenlik teknolojisidir.

Göçmenlere yönelik negatif yaklaşımların tamamen ekonomik kaygılara bağlamak da doğru değildir. Önceleri sosyo-ekonomik problemlerin kaynağı gibi görülen göçmenler, zamanla suç ve terör gibi sorunlarla da ilişkilendirilmeye başlanmıştır. 11 Eylül saldırısı, Avrupa ülkelerinin göçmen karşıtı politikalarını daha görünür hale getirmiştir. Bu saldırı sonrasında İslam, terör, göç ve suç arasında bir bağlantı kurulmuş, Müslüman göçmenleri terör olayları ile ilişkilendiren ayrımcı ve ırkçı politikalar yaygınlaşmaya başlamıştır.

Düzenli göçler genellikle göç veren ve göç alan ülkeler arasında karşılıklı imzalanan anlaşmalarla, planlı ve kontrollü bir biçimde yürütülmekteydi. Ancak, dünyadaki ekonomik krizlere bağlı olarak göç alan ülkelerde zamanla işçi alımlarını sınırlamış, hatta durdurmuşlardır. Ancak, bireysel olarak göçler bitmemiş ve Avrupa ülkelerine daha önce düzenli göçmenlerin açtığı yoldan, düzensiz bir biçimde devam etmiştir.

AB ülkelerinde göçmenlerin oranı yüzde 11’dir. Almanya, İngiltere ve Fransa en fazla göçmen barındıran ülkeler olarak dikkat çekmektedirler. Bu üç ülke toplamda AB’deki göçmenlerin yarısına yakınına ev sahipliği yapmaktadır. Nüfusuna göre en fazla göçmen barındıran ülkeler sıralamasında Lüksemburg yüzde 43 ile ilk sırada bulunurken, İsviçre yüzde 29 ile ikinci sırada yer almaktadır. Daha sonra ise yaklaşık yüzde 16’lık göçmen oranı ile İsveç, İrlanda ve Avusturya gelmektedir. Yaklaşık 4 milyon göçmen barındıran Türkiye ise göçmenlerin oranı yüzde 5 civarındadır.

Ülkelerindeki savaş, iç çatışma ve siyasi baskılardan kaçan sığınmacılar ve mülteciler öncelikle Avrupa ülkeleri olmak üzere, Amerika, Kanada ve Avustralya gibi Batılı refah devletlerine ulaşmayı hedeflemektedirler. Düzensiz göçlere karşı sınırlarını sıkı sıkıya kapatmak isteyen Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ise, özellikle Akdeniz’i geçerek İspanya, İtalya ve Yunanistan üzerinden giriş yapan yasadışı göçlere karşı çaresiz kalmaktadır. 2010 yılında Avrupa’ya Akdeniz’den geçerek sadece 9.654 mülteci ulaşmışken, 2011 yılından itibaren Suriye’de iç savaşın başlamasıyla Avrupa’ya göçlerde önemli bir artış görülmeye başlanmıştır. 2012 yılında görece bir düşüş yaşansa da göçler artarak devam etmiş, 2015 yılında 1 milyon rakamını aşarak tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaşmıştır.